Wednesday, October 10, 2012

1 Mart 2003'ten beri değişen ne oldu?



1 Mart 2003'ten beri değişen ne oldu? Sahi 2003'teki 1 Mart Tezkeresi görüşmelerinin gizliliği 4-5 ay sonra kalkacak ve bildik medya karartmalarına kurban gitmezse kim ne demiş göreceğiz.

1 Mart Tezkeresi'nden önce İslâmcı, sol hatta milliyetçi kesimler güçlü bir muhalefet gösterdi. İslâmcı-sol ortak eylem ittifaklarına girişildi; Fatih postahanesinden kanlı gömlek gönderildi; AKP milletvekillerinin vicdanlarına seslenildi ve Beyfendi'nin kesin emirlerine rağmen CHP'nin de karşı oyları ve AKP'nin direnen bazı milletvekilleriyle tezkere reddedildi. Türkiye de o direnen ve redçi milletvekilleri sayesinde cumhuriyet tarihinde benzeri az görülmüş uluslararası bir saygınlığa erişti.

Peki 1 Mart'tan beri neler değişti? Beyfendi'nin "İslamcılık yaptık da ne oldu?" diyerek kurduğu AKP, ideolojik olarak kendini İslâmcı kesimin onyıllarca uğraşıp zor bela aştığı arkaik sağ-muhafazakârlıkta konumlandırdığı için İslamcıların çoğu o yıllarda -28 Şubat restorasyonuna karşı AKP’ye oy vermiş olsalar da- partiye kuşkulu ve mesafeli davranıyorlardı. Ancak ilerleyen yıllarda İslâmcı bağımsız muhalefetin bütün unsurları birer birer içerildi. Makam, mansıp, cazip devlet pozisyonları ve devlet imkânlarının bu kadrolara verilmesi iktidarı onların velinimeti; onları iktidara bağımlı yaptı. Beyfendi'nin de planı zaten buydu. Hele askerî vesayet de onun cesur çıkışları ve akıllı stratejileriyle alt edilince, sosyal adaleti hayata geçirdiği düşünülen sağlık, eğitim ve konut projeleri gözalıcı sonuçlar verdikçe, görkemli camiler, sonsuz kaynaklar sunulan dinî merkezler ve dinî faaliyetlerle hamiyet-i diniye kabartıldıkça kabartılınca 2010'a kadar birer birer içerilmeyen kesim nerdeyse kalmamış oldu. Üstelik Beyfendi Kürt açılımı başlatıp Filistin konusunda da mücahidlik yapmaktan da geri durmadığı için "İslamcılığa AKP'den artan ne kaldı" gibi bir soru haklı gibi göründü. Alttan alta başarılan ‘Sessiz Devrim’le 40 yılın İslâmcı birikimi artık devletleşmiş, AKP handiyse Türkiye İslâmî hareketinin telos’u olmuştu.

O arada aslında Kemalist eski düzenden (ancien régime) daha ‘ileri demokrasi’ olunduğunun ispatı için yapılan açılımların ve reformların, yeni bir statüko oluşturduğu anda, yani yeni bir AKP statükosu tahkim olunduğu noktada durdurulduğu pek fark edilmedi. Hatta 1 Mart'ta tezkereye hayır deme cesareti gösterebilmiş AKP'lilerin 2007’de tasfiye edilmiş olması, Beyfendi'nin giderek biat kültünü ve tek adamlığını pekiştirmesi, rant-yolsuzluk şebekelerinin artık önceki merhaleleri aşıp mafyalaşma evresine geçmesi bile öteki başarılarla kamaşmış gözlere pek batmadı. Stadyumlara insanlar doldurularak Führer alıştırmaları yapılması, 45 sayfalık metinlerle becerilememiş olsa da Nutuk denemelerine girişilmesi ve Reis diye ortalıkta dolaşan milyonlar nihayetinde iktidar coşkusunu ve güç tutkusunu, büyük bir kesimin libido dominandi’sini yeterince besliyordu.

2012'ye gelindiğinde en son Anadolu Ajansı operasyonlarıyla en radikal kesimler AKP'nin hegemonik koalisyonuna kadrolar ve gündem yapma imkânları karşılığında içerilince artık Beyfendi'ye herhangi bir konuda hayır diyebilecek pek bir sivil güç kalmadı. Bazı muhalif isimlerin Has Parti’ye yapmaya çalıştığı sosyal adaletçi aşı da Milli Görüşçüler üstünde tutmayınca son içerilme operasyonuyla AKP’ye kalkan son Milli Görüş trenine öncekileri kaçırmış olanlar binip gittiler. Velhasıl biatsız hemen hemen hiçbir İslâmcı veya dinî görüşlü kalmadı. Geriye ancak Beyfendi'nin 10 yılda ince ince işleyerek yükselttiği "din-medya-bürokrasi-sanayi kompleksi" (religious-media-bureaucracy-industrial complex) tarafından hakları gaspedilen mağdur ve mazlumlar, biatı reddeden ve bombalanan Kürtler, dürüstlükleri ve onurlarından dolayı içerilmeye karşı duranlar, Roboski’ye, İNŞ'ye, tecavüz ve katil zanlılarının bürokrasi terfilerine, sağ-faşist derin devlet tahkimine, NATO-Katar-Suud ittifakına girmeye hayır diyenler, anti-kapitalistler, kâr-zarar cetvellerine hayatları feda edilen işçilerin ölümleriyle dertlenen, yolsuzluklara ve ahlâksızlıklara tavır alabilen bir avuç insan; kısaca din adına olsa bile ‘iktidar ve güç’ değil; ‘ahlâk ve adalet’ diyenler kaldı.

Selam olsun o biatsizlere, icazetsizlere, vesayetsizlere. Selam içerilmeye karşı duranlara, sonuna kadar barış ve adalet emeli taşıyanlara ve Türk Emperyalizmi’ne hayır diyenlere.
 Halil İbrahim Yenigün-10 Ekim 2012

Wednesday, August 29, 2012

Mehmet Efe - Sen bir islamcısın oğlum

Sen bir islamcısın oğlum.

Padişahın birbuçuk asır evvel savaşı kaybetti.

İslam'ı sorumlu tuttular bundan.

Bundan ötürü İslam'cısın sen.

Direnişçilerin ülkenin ırzına geçti.

On yılda onbeş milyon yavşak ürettiler yenibaştan.

Modernistler ve entegristler babanın ocağına neol ağacı diktiler.

Bundan ötürü aktivistsin sen. Başka türlü olamazsın.

Sen bir eylemcisin oğlum.

Senin gibileri bertaraf etmek için icad edildi tarafsızlık, hoşgörü,
hümanizma...

Çünkü sen dengeleri zorluyorsun, zorlarsın.
Zorlamalısın oğlum..

Çünkü sen tepeden tırnağa siyasal içeriklisin.

Sakalın, şehinşahların halılarına saplanan mızrağın
siyasal bir sembolü.
Namazın özgürlüğündür ve
sömürgeciliği dinamitleyen siyasal bir eylem.
Kitabın, yeryüzünden fitne ve fesat kalksın için aydınlatıyor yolunu.
Haccın ve zekatın,
kim olduğunu ve neyi temsil ettiğini ilan ettiğin dayanışma eylemlerin.
Başörtün, kula kulluğa karşı yükselttiğin siyasal bir sembol.
Kimliğin bir hayat nizamı oğlum; dinin siyasetindir.
Sen bir aslan yavrususun; kurtlarla, sırtlanlarla dans edemezsin.

Sen bir fanatiksin evladım.

Senden adam olmaz.
Felsefeyle, estetikle avlayamazlar seni.
Kameralar saptayamaz, bilgisayarlar kurgulayamaz.
Standartlara uymuyorsun oğlum.
Gırtlağını sıkanın hayalarına tekme atmak senin ruhunda var.
Elinde değil.
Kanını emenin sofrasına oturamazsın.
Masanın örtülerine asılıp görüntüyü bozarsın sen.
Sen varsan işler yolunda gitmez, şov devam etmez.
Edemez.

Sen bir öznesin oğlum.

Seni nesne yapmak için kuruldu
kürsüler, akademiler, stüdyolar, laboratuarlar, masalar...

Sen seyredilensin oğlum, göstericisin; seyirci olamazsın.
Tartışan sen olusun, tartışılan değil.
Senin ayakların iz bırakır, izleyen olamazsın sen.
Tarif eden sen olmalısın oğlum, irfanın vakarındır.

Boynun niye bükük oğlum;
üniversite koridorlarında, ekran başlarında, zehir zemberek varoşlarında kentlerin, meclis kapılarında,
gazete önlerinde, adliye sıralarında, askeri mıntıkalarda...
Boynun kıldan ince, kılıçtan keskincedir oğlum,
inanmıyorsan hergün artarak devam eden şu haberleri oku ve aynaya bak:

"Washington'daki Amerika Atatürk Cemiyeti'nin açılış balosuna (21
Mayıs 1995/Tüm gazetelerden) katılan ABD senatosunun en kıdemli üç üyesinden
biri olan "Türk dostu senatör" Robert Byrd
"köktendinci karanlık güçlere karşı başarısızlık
hem Türkiye hem de batı için felaket olur." tespitini yaptı.
Başbakan Çiller'in de bir kutlama mesajı gönderdiği baloda konuşan
Robert Bryd, Türkiye'nin batının en güvenilir müttefiklerinden biri olduğunu
vurguladı ve Türk Askeri'nin Kore'deki kahramanlığını 'efsanevi' diye niteldi.

"Cezayir'deki terörist avı: Üç günde 22 terörist öldürüldü...
Cezayir'de son üç günde düzenlenen operasyonlarda 22 teröristin
ölü ele geçirildiği bildirildi. Güvenlik güçleri yetkililerinden alınan
bilgiye göre, önceki gün Cezayir'in bir banliyösünde düzenlenen operasyonda
11 aşırı dinci terörist öldü.
Son üç günde ülkenin çeşitli yerlerinde düzenlenen operasyonlarda ölü ele geçirilen din istismarcısı örgüt üyesinin
sayısı 22 olarak açıklandı..." (Anadolu Ajansı)

Burada "ölü ele geçirilen din istismarcısı örgüt üyeleri" ni
tanıyorsun değil mi oğlum?
Seçimlerin birinci turunu kazanan FİS yetkilileri ya da üyeleri onlar...

"Koç'tan İslamcı avına destek"

"Londra'da yayınlanan el-Hayat gazetesi askeri rejime karşı silahlı
mücadele içinde olan tüm islami kesimlere karşı üstünlük sağlayabilmek için
Cezayir'in Türkiye'den 700 adet zırhlı araç alacağını bildirdi.
Gönderilen zırhlı araçların Otokar yapımı olduklarına dikkat çekiliyor."

Sen bir umutsun yavrum.
Hatta nicedir yegane umut sensin.

Tarihin sonunun geldiğini,
liberal ekonomik sistemin kesin zaferi kazandığını ilan etmelerinin
önündeki en büyük engel sensin.
Tarihi sürekli yeniden başlatırsın sen oğlum.
Tarih senin gibilerin çıplak baldırlarında yükselen bayrakların yürüyüşü.
Sen bir bayraksın oğlum, turbo egzozlara flama olamazsın.

Küreselleşen çürüme, kirletilmiş dimağların usul usul bu gerçeği
itiraf etmesini engelleyemiyor. Reklam aralarında yeni taksitler icat eden
karılarına çaktırmadan seninle savaşan görüntüleri izleyip seni düşünüyor;
çocukları okullardan atılan babalar.

Köyleri yıkılan Kürtler seni izliyor,
delikanlı gidip tabutlar içinde dönen gençler seni izliyor.
Senin gibiler yeşermesin diye yaktılar ormanları:
Beyaz şarabın beyaz etle içileceği eğitimini alan omuzu kalabalık korkaklar.

Bir mayısta kente inen kurtlar seni izliyor.
Görüntüyü düzeltmek görevlilerini:
İşlerin yolunda gittiğini sergileme görevlisi
belediye lalelerini parçalayan kızın gizli aşkı sensin oğlum.

Seni izliyor Belfast'taki, Güney Amerika'daki, Doğu Türkistan'daki,
Filistin'deki, Bosna'daki, Kosova'daki, Arnavutluk'taki,
Fas-Tunus-Cezayir'deki, Harlem'deki, Diyarbakır'daki, Altındağ'daki,
Kadifekale'deki, Gültepe'deki, Kağıthane'deki; banliyödeki, varoştaki,
gözaltındaki, sürgündeki, ekmek kuyruğundaki
'geri kalmış' lar ya da 'azgelişmiş'ler.
Sen gelişemezsin oğlum; eğri bir kılıçsın sen.

Sen nefsi müdafaasısın ezilenlerin, mağdurların, çaresizlerin.
Bu yüzden gerici, bu yüzden 'fundamentalist'sin.
Mentaliten senteze uymaz evladım, başka türlü olamazsın.
Bilincine sızdırılan kıvrak sorular, parolalarını parçalayamaz.
'Lamın cimin vardır' senin!

Sen bir lokomotifsin oğlum, vagon olamazsın.

Başrolde sen varsın oğlum, figüranlık onların vehmi.

Başını gömdüğün kafa karışıklığına,
başını gömdürdükleri yalnızlık yastığına,
başına geçirdikleri 'illegalite' yastığına
akıttığın gözyaşları sana yakışmıyor oğlum!
Özgürlük, onur ve adalettir senin ülken.
Gerisi gelip geçici saz semaileri, ciddiye alıp içine atma.

Kitabın sapasağlam duruyor başucunda.

"Kalk ayağa, yükü ağırdır devin"!

Komşunu ziyaret et, yere düşeni kaldır, geçtiğin yerde iz bırak,
sözlerinin sahibi ol, sahici ol.

Yüzünü yıka ve caddeye çık oğlum.

Sallanma.

Mehmed Efe/Hiçbir Şeye Katılmıyorum,Hiçbir Şeye

Friday, July 27, 2012

Ahmet Örs - İslamcılık Bitti mi?


İslamcılık Bitti Mi?


İslamcılık bitmez. İslamcılıkla ilgili birçok tanım ve tahlil yapılabilir ancak onun ölümünü ilan etmek başka bir şeydir. Berlin duvarının çöküşüyle de başka ideolojilerin ölümü ilan edilmiş, kapitalist dünyadan başka bir seçenek kalmadığı söylenmişti.

İslamcılığın zayıfladığı, yerel ve genel meselelerde çözüm üretemediği, bazı kollarıyla iktidar yapılarına eklenerek çözüldüğü söylenebilir, söylenmelidir ancak onun tümden ölümünü ilan etmek başka bir şeydir, belki bir niyetin açığa çıkmasıdır.

Müslümanlık/İslamcılık kavramlarının tercihi tartışmaları İslamcılık/İslami hareket kavramları üzerinden de sürdürülebilir. İslam’ı siyasal ve sosyal mücadelenin temeline alan hareketler için sıfat olarak kullanılacak kavramlar tabii ki önemlidir ancak asıl önemli olan o hareketlerin İslam’dan kalkarak neler söyledikleri, hangi sosyal mücadele tarafında durup hangi düşünsel zeminde ilerledikleridir.

Bugün büyük bir krizle karşı karşıya olduğumuz su götürmez bir gerçek. 28 Şubatın terbiye ettiği genel İslamcı havzadan egemenlerce AKP iktidarı devşirildi. AKP iktidarı da ister istemez çok hızlı bir şekilde devlet yapılanması üzerine oturan İslamcı yelpazeyi büyük bir şaşkınlık ve akabinde yozlaşmayla karşı karşıya bıraktı.

AKP iktidarı en çok hangi İslamcı kanadı içine alarak dönüştürdü ya da Türkiye’de yer alan İslamcı yelpazenin hangi ana ve ara renkleri var? Bu önemli bir soru çünkü İslamcı oldukları iddia edilen birçok çevrenin yine İslamcı oldukları iddia edilen başka birçok çevreyle birlikte durmaktan ürkmesi, ondan hoşlanmaması herkesçe bilinen bir durum. O halde bazı yazarlar ve çevrelerce sıkça yapılan İslamcılık tartışmalarına bu zaviyeden bakmakta fayda var.

İslamcılığın “yeni bir durum” olarak son bir asırdan fazla bir geçmişe sahip olduğu göz önünde bulundurulursa onun Osmanlı Devletini kurtarmaktan 60’lı yıllardan itibaren Ortadoğu’daki İslami hareketlerin ürettiği düşünsel ve tecrübî birikimi Türkiye’ye taşıma sürecine kadar giderek evrimleştiği; bunu yaparken de bazı tonlarının bahsettiğimiz o geniş yelpazedeki ana ve ara renklerden giderek ayrılıp ayrıştığı rahatlıkla görülebilir. İşte daha çok “tecdid ve ihya” bağlamında değerlendirilebilecek bu ayrışmalar İslamcılık sıfatını hak etmektedir. Çünkü ideolojik bir görünüme daha uygun bir oluşumları, siyasal temel ve hedefleri itibariyle de yerel ve küresel güçlere paralellik göstermeyen daha bağımsız ve devrimci bir damarları vardır. Bu renk giderek kendini yelpazedeki diğer renklerden ayırmıştır, zaten o diğer renkler de ayrışan bu yeni damarı itikaden neredeyse din dışı ilan etmiştir.

İslamcılığı “Kur’an ve sahih sünnete dönüş çağrısıyla bağımsız siyasal bir hareket oluş” arasında kaçınılmaz bir bağ olduğunu savunarak tanımlayan bu yeni sürecin filizlenişinden AKP iktidarınca muhasara edilmesi sonucu ortaya çıkan trajediye kadar İslamcılık tecrübeleri ayrıca ve geniş bir biçimde irdelenmelidir.

Geleneksel İslami yapıların (kendilerine İslamcı denilmesi bizce uygun değildir ancak literatür onları da kapsıyor) cumhuriyet tarihi boyunca iktidarla girdikleri pragmatik ilişkileri kınayıp dışlayarak bağımsız İslami kimliğe sahip olmakla iftihar eden İslamcı yapıların AKP iktidarıyla iç içe geçmiş olmaları görünen o ki bu durumda bir yere kadar hak verebileceğimiz “İslamcılık bitti” iddialarını ortaya çıkarmıştır.

Bahse mevzu ettiğimiz İslamcı kanadın, geleneksel çevrelerin çok ötesine geçmiş ve siyasallaşarak yerel ve küresel hegemonyanın hışmına uğramış Milli Görüş partilerine göstermedikleri toleransı aşarak neredeyse bir aşk boyutuna varacak derecede AKP iktidarına göstermesini anlamaya çalışmak gerekiyor.

Güçlü siyasal tecrübeden yoksun, entelektüel birikimi akim kalmış bir süreç olarak 28 Şubatın da hızlandırıcılığı sonucunda bağımsız İslamcılık düzene eklemlenmiştir. AKP’ye eklemlenmek ister istemez en azından sonuçları bakımından yerel ve küresel ilişkilere, parçacıklarla da olsa eklemlenmektir. İktidarın yerel ve küresel odaklarca zayıflatılabilme korkusu bu gidişat içinde olan eski bağımsız İslamcı çevreleri daha da derin korkulara sürüklemiş, iktidar partisine bağlılığı dramatik boyutlara ulaştırmıştır.

12 Eylül solu bitirmeyi amaçlarken Türk-İslam senteziyle de İslami hareketlerin önünü kesmeyi, onların rotasını saptırmayı amaçlıyordu. 12 Eylül süreci birinci hedefine büyük oranda yaklaşırken ikinci hedefinde eksik bıraktığı yerleri 28 Şubatta, bu defa başka usullerle giderdi (postmodern darbe).

24 Ocak kararlarıyla birlikte küresel bir operasyonun Türkiye ayağı olarak yürürlüğe giren neoliberal dönüşüm politikaları nihai aşamada iki darbe sürecinin terbiye ettiği Türkiye İslamcılığına bel bağlamış görünüyordu. Çünkü ancak halkla göreceli olarak barışık bir iktidar bu politikaların sorunsuzca ilerleyebilmesini mümkün kılabilirdi ki bu da sentezci dindar AKP iktidar süreçleriyle mümkün oldu. Böylece 12 Eylülün ruhuna uygun bir süreç rızaya uygun olarak İslamcılara kabul ettirilmiş oldu. Ancak trajikomik bir şekilde Pinochet örneğinde de olduğu gibi 12 Eylülün başlangıç ucundaki Evren ve cuntası, 12 Eylülün diğer ucunu tutan AKP iktidarıyla yargılanmaya başlandı.

İslamcılığın iflas ettiği söylenecekse eğer, önce yerel ve küresel operasyonları anlamaktan aciz bu düşünsel sefaletinden dolayı iflas ettiği söylenmelidir. İran İslam devriminden İhvan’a, oradan Cemaat-i İslami’ye, Hizbu’t-Tahrir’e varan geniş fiili ve düşünsel tecrübelerden yararlanarak iyi kötü kendine yer açabilen, başka ideolojilerle, en çok da Ali Şeriati rüzgârıyla, irtibatlar kuran bağımsız İslamcılığın bu trajik ve hızlı çözülüşü sebep ve sonuçlarıyla tartışılmalı, bu sürecin tümden terk edilip edilmediği masaya yatırılmalıdır.

Özellikle AKP iktidarının 12 Eylül politikalarının bir devamı olarak bir sentez yapıp bağımsız bir İslami kimlik üzerinden yeni bir siyasal durum oluşturma potansiyelini emmesi, yaygın tabirle iktidarın İslamcıları “memur” yapması gönülden rıza gösterilen bir tablo olarak orta yerde durmaktadır. “Devlet”in en alt birimindeki idari kadrolardan en üst siyasi kadrolara kadar eski İslamcı bakiyenin fütursuzca kullanılması İslamcılığın iflasını dillendirenler için uygun ve anlaşılabilir örneklerdir.

AKP’li “devlet”in yetişmiş İslami kadro ve potansiyeli arsızca kullanmasına yelpazenin bütün renkleri içinde yer tutan geleneksel unsurların bir itirazı yoktur ancak kendi içinde ve tercihlerinde kıvranıp duran nispeten daha devrimci bir gelenekten gelen İslamcı unsurlar için durum ister istemez farklıdır. Tamamen vazgeçmekle sentezci çelişkileri izah etmek bu çevreler için yakın gelecekte sarsıcı sonuçlar doğuracaktır: ya tümden iktidarın sadece kültürel/gençlik/sivil yapılanmaları olarak kalmak ya da bu netameli süreçten çekilip sıyrılmak. Birinci ihtimalde oldukça yol alındığından ikinci ihtimalin şu aşamada gerçekleşmesi oldukça zor görünmekte, angajmanlar düşünsel ve siyasal anlamda eli kolu bağlı bir pozisyon yaratmaktadır.

İslamcılığın (İslami Hareket de diyebiliriz) yerel ve küresel mevcut duruma karşı yeni ve özgün itirazlar üreten, bunu siyasal/entelektüel zeminde bir söylem düzeyinde somutlaştırıp pratik muhalefet noktasına taşıyan ve en nihayetinde İslamcılığın tümden ölmediğini fiili olarak kanıtlayan bağımsız kanatları yok mudur? Elbette vardır. İstanbul’dan Anadolu’ya kadar irili ufaklı merkez ve gruplar egemen siyasetin emdiği İslamcı yelpazenin dışında kalarak süreci ifşa etmeye çalışan, yerelde yaşanan değişim ve dönüşümleri küresel çerçevede anlamlandıran, yaşanan neoliberal dönüşümü kavramaya çalışarak mevcut siyasetlerin eksenini açığa çıkarmaya gayret eden bir çaba içerisindedir. İster istemez AKP iktidarına muhalif bir pozisyonda hareket eden bu grupların söylemleri iktidara eklemli diğer İslamcı çevrelerin tutumlarını daha da pekiştirmektedir. Özellikle Ortadoğu’da tamamen iktidar eksenli siyaset yapan bu İslamcı çevreler, başka tezlerle siyaseti ve küresel ilişkileri anlamlandırmaya çalışan muhalif İslamcıların söylemleri karşısında derin bir öfke ile siyaset yürütmekte, bu sebeple de iktidar merkezine daha çok yakınlaşmaktadırlar.

Aynı durum yeni İslamcı yapılanmalar kapitalizm/emek sömürüsü ve çevrenin yağmalanması, AKP iktidarının sermayeden yana tutumuna karşı çıkarken de görülmektedir. Sol/sosyalist etkilenmelerle suçlanan bu çevrelere karşı sığınılan adres de ister istemez iktidar politikalarıdır. Bu sığınmacı anlayış Kürt sorununda da aynen devam ediyor. Devlet politikalarına bu kadar eklemlenildikten sonra bağımsız, özgün bir siyasal hat inşa etmek neredeyse artık imkânsızdır ve bu İslamcılık tabii ki bitmiş ve iflas etmiştir ancak o çizgiyi köşeye sıkıştıran yeni damarı gör(e)meden yapılan topyekûn “İslamcılık öldü” ilanı da tartıştığımız çerçeve itibariyle de açık bir yanlışlık ve haksızlıktır.

İnsanları Kur’an’la buluşturmak, onları yeryüzünde adalet ve özgürlük mücadelesinde saf tutmaya çağırmak demektir. Sahih sünnet çağrısı da zulmün üzerine giden bir Resul’ün ayak izlerini ortaya çıkarma çabasından başka bir şey değildir. Bu tabloyu örten muharref din anlayışını ıslah etme çabası ile siyasal bağlamda özgün tezler ve pratikler üretmek doğrudan birbiriyle ilintili çabalardır. Biri ertelenerek ya da bütünüyle iptal edilerek İslamcılık yapılamaz. İslamcılık öldüğü, bazı iddiaları iptal edildiği zaman da hakikatin üzeri örtüleceğinden insanlık kaybetmiş demektir.

kaynak

Tuesday, July 24, 2012

HAS Parti meselesi üzerine Bekaroğlu Röportajları

Emek ve Adalet Mehmet Bekaroğlu'nun Numan Kurtulmuş'un iktidara kenetlenmesi üzerine verdiği iki röportajı telif etmiş şurada, aynen alıyoruz

***

Mehmet Bekaroğlu emek ve adalet zemininde buluşan bir çok arkadaşımız için çok önemli bir isim ve bu çabanın temel ilham kaynaklarından biri. Zeki hocamızla birlikte Has partiyi bir ihtimal olarak dikkate değer kılan birkaç isimden biriydi. Ancak elbette bizim için Has parti dolayımından ibaret olmadı. Önemli bir bölümümüzün Fazilet Partisi’nde milletvekilliği döneminden beri izlediği, 2000 ölüm oruçları dönemindeki faaliyetleri, 2007′deki siyaset girişimi deneyimi ve 2009 Saadet Partisi İstanbul belediye başkan adaylığı kampanyası ile çoğumuzu heyecanlandıragelmiş, siyasete dair umutlanmamıza vesile olmuş bir isim. Geniş bir çevreyle birlikte çıkardıkları doğudan dergisi kaynakçamızın temel taşlarındandır. Dün sağolsun Taksim’deki kardeşlik iftarında da aramızdaydı. Has parti deneyimi vesilesi ile radikal ve özgür gündem’e iki güzel röportaj vermiş. Pek çok derdimize bir kez daha tercüman olmuş. “Hak, adalet, özgürlük” arayışını “fabrikada çalışanlarla, tezgâhtarlarla, tarladakilerle, cami cemaatiyle buluşturmanız lazım” tespitinin özellikle altını çiziyor, can-ı gönülden katıldığımızı söylemeden edemiyoruz. Çok faydalandık, paylaşıyoruz.



''Tayyip Bey ustalığını kullandı''

Pınar Öğünç, Radikal 22/07/2012

Numan Kurtulmuş AK Parti’ye geçti, HAS Parti’nin akıbeti muamma. ‘Yol arkadaşı’ Mehmet Bekâroğlu’yla ‘Müslüman sol’u konuştuk.

Son dönemde Halkın Sesi Partisi’nde (HAS Parti) yaşananlar üzerine bir dolu siyasi analiz yapılabilir. Ama siz nasıl hissediyorsunuz onu merak ediyorum.

Ben de yokladım kendimi, neler oluyor diye. Şaşkınım diyemem. İşaretleri vardı çünkü. Ama tabii insan burukluk hissediyor. Yoruldum mu diye soruyorum kendime. Ama netim, ne olduğunu çok rahat bir biçimde tanımlayabiliyorum.

Sizin bu ilk de değil. Ertuğrul Günay ’la da benzer bir durumu yaşamıştınız. Özeleştiri yaptınız mı? Belki siz iyi tahlil edemiyorsunuz. Belki baştan yollar ayrı.

Doğru, eleştirdim. Belki de herkesten özür dilemem lazım. Doğru, yol arkadaşı konusunda daha dikkatli olmam gerekiyor. Ama aldatma şeklinde bakacaksak, ben aldatılan olmayı tercih ederim. Arkadaşım Ertuğrul Günay ’ın yakın zamanda yaşadığı iki olaya bakınca acınacak durumda olan ben değilim.

AK Parti , HAS parti çerçevesinde söylediklerinde ısrarcı bir Numan Kurtulmuş istemez. Ama bambaşka bir insana da dönüşmez herhalde. Öyle düşünüyor insan. Kurtulmuş, AK Parti ’de bir tür değişime yol açabilir mi?

“Bu yanlıştır, doğrusunu yapacağım” diyorsanız, bu emeğinizle kaza kaza gideceğiniz bir yoldur. Arkadaşım kusura bakmasın, birinin himmetiyle bir yere gelecek, orada bugüne kadarki düşüncelerini uygulayacak, olabilir mi? Güzel şeyler yapsın ben de isterim ama mantıklı değil. Yapacağı duble yolla da ben ilgilenmiyorum. Ben geçim korkusuyla, kula kullukla, yardım kuyruklarıyla ilgiliyim.

‘Müslüman sol’ diye özetleyebileceğimiz siyaset, entelektüel bir arayışı aşabilir mi? Bunun tabanı var mı Türkiye ’de?

Bizimki entelektüel bir hareket değil, teori falan çalışmıyoruz. Şimdilik öyle görünüyor olabilir. Bu Müslüman bir toplum ve bu toplumda hak, adalet, özgürlük arayışının tutması gerekiyor. Fakat din hep başka şeylerin aracı olarak kullanılmış. Sol da bu ülkeye hak, hukuk arayışı üzerinden değil, tuhaf biçimde yaşam tarzı üzerinden gelmiş. Bu iki tarafta bir tarihsel hata var. Bütün bu haksızlıklar, eşitsizlikler, taşeronlaşmalar bir Müslüman tarafından nasıl izah edilebilir? Biz edilemez diyoruz. Müslümanlığın içinde zaten olan bu arayışı örgütleyelim istiyoruz. Anlatacaksınız, insanlar dinleyecek. Bir nokta var, oraya kadar mücadele edeceksiniz. Karşılığını sonra görürsünüz. İnsanlar bizi anlamıyor, toplumda karşılığı yok gibi fikirlere inanmıyorum.

Peki HAS Parti o söz ettiğiniz noktaya geliyor muydu? Ne kadar uzağındaydı ya da?

HAS Parti ilk amacına ulaşmıştı. İktidar bizden rahatsız oluyordu, bu kesin. Tayyip Bey hep bu toplumu kimlikler, yaşam tarzları üzerinden bölerek iktidarını kurdu. Vesayet sistemini, 28 Şubat’ı gösterdi. Millet vasayetçilerin karşısında kimi görürse ona rey verdi, bu doğal ve alkışlanacak bir reflekstir. Fakat bunun sonuna gelindi. Tayyip Bey kendisi merkez oldu, devlet oldu. Daha da önemlisi Anadolu ’dan hak talebiyle yürüyen, içinde dindarlığın, Müslümanlığın olduğu dalga, hükümet oldu, şu oldu, bu oldu ve firavunlaştı, Karunlaştı. Mahalle bu şekilde bölünmeye başladı. Bizimkiler falan ama aşağıda 800 lira maaşla geçinen biri için nereye kadar ‘bizimkiler’? Aşağısı homurdanıyor, hissediyorum, değiyorum o insanlara. Dayanabilseydik, örgütleyebilseydik anlam kazanacaktı o homurdanma. İktidara endeksli bir iş yapmıyoruz ki. Yavaş yavaş olacaktı. Önemli bir eşiğe gelmişken, Tayyip Bey ustalığını kullandı. Hem vicdanını rahatsız eden bir odağı ortadan kaldırdı. Hem de oradan önemli bir aktörü bünyesine kattı. En büyük yarayı alacağı yerdi; yumuşak karnını geçmişiyle temiz, toplumun tanıdığı bir insanla telafi etmek istedi böyle.

Aşağıda görünmeyen bir homurdanmadan söz ediyorsunuz. Bir de ilginç geldiğinden herhalde, daha da görünür kılınan çoğu genç bir Müslüman kitlenin muhalefeti var. Mülkiyetin paylaşımı üzerinden konuşan, antikapitalizmden söz eden Müslüman kitle. Mesela onlar Erdoğan’ın bu ustaca oyununa gelir mi?

O gençlere ne yapıyorlar, “Bunlar marjinal”… Egemenlerin klasik yöntemidir. Tayyip Bey hep der ya “Bunlar ideolojik gruplar…” Bu kitlenin susacağı yok. Bakın, okumuş bir grup gençle Taksim’e çıkabilirsiniz. Güzel bir şeydir, rahatsız da eder. Ama bunu fabrikada çalışanlarla, tezgahtârlarla, tarladakilerle, cami cemaatiyle buluşturmanız lazım. Belki bunu bir süre ertelediler ama ok yaydan çıkmıştır. Cemaat, Milli Görüş kavgaları olacaktır ama bunlar iktidar kavgası. Esas kavga bu yarılmadan kopacak. ‘Sınıf’ deyince, solcusunuz diye marjinalize ediyorlar. Ama bunu mevcut klasik sol örgütleyemez. HAS Parti yapabilirdi. Maceraya atılacak değiliz, ama ne yapabileceğimize de bakacağız. Siyasi hareket olarak devam edeceğiz kaç kişiysek.

‘Küçük dilimi yutuyorum’

Saadet Partisi’nden sonra hemen parti kurulmasına karşıydım. İmkânlarımız, takatimiz buna el vermiyordu. İnsanlara derdimizi anlatalım, sonra parti kuralım istedim. Milli Görüş’ten gelenler kafalarını çok iktidara endeksli kurmuşlar. Azınlıkta kaldık. Seçimden sonra konuştuk. Demek buna şimdi ihtiyaç yokmuş, parti öncesi durumumuza dönelim, tabana inelim dedik. Fakat Numan Bey ve bazı arkadaşların psikolojisi “Bu iş olmuyor”du. Böyle bir paniğe kapıldılar ve Sayın Kurtulmuş’u seçimden sonra motive edemedik. Daha evvel iktidara gidemeyenler için son trendi bu. Beni çok rahatsız eden şeyler yaşandı. Mesela parti kurulmuş, adam sonra bir daha hiç gelmemiş. Olmuyor diye düşünmüş yahut şu makama gelemedi diye uğramamış. Küçük dilimi yutuyorum, o insan şimdi “Bu gidiş çok iyi” diye çıkıyor ortaya. “Tek başınıza olmaz, ekibinizle gitmeniz lazım” diyor. “Beni de götür” diyor yani. Sen nereden ekipsin? Geçen toplantıya gelmiş, ev sahibi gibi. İnsan utanıyor. İsim vermem, bir profesör kendisi.

‘Belki başbakan olur ama…’

Biz parti programı değil, manifesto yazdık. Numan Bey arkadaşımdır ama onun dışında bir ilke olarak orada kapılar arkasında hiçbir şey yapmayacağımızı söylemişiz. Bu, Numan Kurtulmuş’u benim nezdimde, yaptığımız siyaset anlamında Numan Kurtulmuş olmaktan çıkardı. Programımızda ‘itiraz ediyoruz’ dediğimiz şeyler yaşandı. Numan Kurtulmuş, demokrasiyi bir iktidar oyunu, arkadaşlarını, partisini bir araç olarak gören biri oldu. Belki başbakan olacak ama benim gözümde bunu oldu. Tamam, büyük oylar almış bir parti değildik ama oy oranından fazla etkisi olan bir partiydi. Önemli olan, “Hırsız Müslüman istemiyoruz” deyince karşı tarafı rahatsız eden, bir kesimin sığınacağı yerdi. Bu umudun ötelenmesi büyük bir vebal. Şimdi ne yapacaksın, Türkiye ’yi mi kurtaracaksın, beş misli duble yol mu yapacaksın?


***


''Bu kafa çözüme yetmez''

Diha’dan İbrahim Aslan ve Mehmet Şah Oruç

HAS Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Bekaroğlu, Kurtulmuş’un AKP’ye geçişini ve hükümetin Kürt sorununa yaklaşımını değerlendirdi.

“AKP’ye işledikleri bütün günahları hatırlatıyorduk. Bundan ciddi bir şekilde rahatsızlık duyuyorlardı. Böyle bir merkezin etkisini azaltmaya çalışıyorlar. Erdoğan, Kurtulmuş’u kendisini güçlendirecek bir araç olarak da gördü ve davet etti. Hükümetin kafası, anlayışı, kavrayışı, Kürt sorununu çözmeye yetmiyor. Kürtler ve diğerleri ile ortak olabilecek bir Türkiye, tasavvur etmiyorlar. Samimi olarak çıkacaksınız ayrımcılık yaptığınızı, bundan vazgeçtiğinizi ilan edeceksiniz.”

Erdoğan, Kurtulmuş’u araç olarak gördü
AKP değişim dinamiğini kaybetti. Özellikle Uludere, Suriye’de en son uçak krizi, cezaevi yangınında 13 insanın yanarak can vermesi, Samsun’daki TOKİ konutlarında çocukların boğulması ve bunlara karşı takındıkları tavır, Kürt meselesi ile geliştirdikleri yeni tarz. Bütün bunlar AKP’nin değişim dinamiğini kaybettiğini, devlet rengine büründüğünü gösteriyor.
 Numan Kurtulmuş’un Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın davetine verdiği yanıtı değerlendiren HAS Parti Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu, “Hem yapılan iş yanlış hem de yapma biçimi yanlış. Yanlışlarla yapılan hareketle de yeni Türkiye inşa edilemez. Eski Türkiye tekrar edilir gibi geliyor bana” diye konuştu. AKP’nin değişim dinamiğini kaybettiğine dikkat çeken Bekaroğlu, Ortadoğu’ya yönelik politikalarla AKP’nin bütün politikalarının olduğu gibi uluslararası politikalarının da çöktüğünü dile getirdi. Bekaroğlu, Kürt sorununda gelinen noktayı ise, “Şimdi bunlar az bir şey verecekler, pazarlık yapacaklar. İnsan haklarının pazarlığı olur mu kardeşim? Ben diyorum ‘bir lira alacağım var.’ Sen önce inkar ediyorsun, sonra diyorsun ‘gel 50 kuruşta anlaşalım.’ Batak paraları kurtarmak için böyle bir şey olabilir, ama insan haklarında böyle bir şey olabilir mi?” dedi.
 HAS Parti özgülünde yaşanan gelişmeler, Numan Kurtulmuş’un aldığı karar, AKP’nin ve Başbakan Erdoğan’ın HAS Parti’ye yönelik davetleri ile neyi amaçladıkları, AKP’nin Ortadoğu ve Suriye politikaları ile Kürt sorununda son dönemde yaşanan gelişmeleri dindar kesim içerisinde “sosyal adalet” çizgisiyle öne çıkan ve bu çizgisinden taviz vermeyen HAS Parti Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu’na sorduk.
Öncelikle Genel Başkanınız Numan Kurtulmuş’un AKP’nin davetine verdiği yanıtı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Halkın Sesi Partisi geçmişte değişik mecralarda hak, hukuk mücadelesi veren, sömürüye, kula kulluğa karşı çıkan insanları biraraya toplamış ve adalet, özgürlük, eşitlik imtiyazlarının ortadan kalkması gibi değerler üzerinde birlikte siyaset yapan bir siyasi partiydi. Sadece amaçlar değil, eyleyiş açısından da iddiaları vardı. Biz demokrasinin maalesef iktidarın bir oyununa dönüştüğünü görüyorduk. İnsanın, parti programlarının, ideolojilerin bu oyunu araçlar haline getirmesine itiraz ediyorduk. Bütün işler kapalı kapılar arkasında yapıldı. İnsanlar, sadece bir oy makinası olarak görüldü. Asla paydaş olarak kabul görmedi. Bunlara itiraz etmiştik. Böyle bir siyasi bir yapı kurmuştuk. Fakat, işte bu son günlerde herkesin şahit olduğu gibi Sayın Genel Başkan, bu sözleri söylememiş gibi, bir de çok ağır eleştiriler yapmıştı iktidar partisine. Bu ağır eleştiri yaptığımız partiye gitti. Oluyor, siyaset böyle bir şey. Siyaset eğer iktidar oyunu ise, Sayın Genel Başkanımızın yaptığı da bu oyuna dahil olmak. Görünen bu.

Genel Başkanınızın verdiği kararı kişisel olarak mı görüyorsunuz, yoksa arka plandaki siyasal bir gelişmenin ürünü mü?

Kişisel menfaat filan, o şekilde bir şey söylemem. Öyle değildir, ama burada Sayın Genel Başkan, hep kendisini bir şey olmak için kuran bir insan. Yakın vadede bir şey olunamadı. Zorluklar, işte seçim sonuçları, ekonomik problemler falan. Bütün bunlar sonrasında yaş da ilerliyor, buradan da davet var. Bir şey olma, hizmet gibi ihtimaller var diye gitti. Şimdi tabi bunu meşrulaştırıyor. Önce kendisine kabul ettirmek için ister istemez bu gibi şeyler biraz kutsanacak, büyütülerek meşrulaştırılıyor. O da öyle yapıyor. “Yeni Türkiye’yi inşa edeceğiz, birlikte güç diyoruz” gibi şeyler söyleniyor. İçeriye de “Milli Görüş yeniden kuruluyor” filan deniliyor. Bu yanlış bence. Cephe eski Türkiye’nin siyasetidir. Kapalı kapılar arkasında bu işler kotarılıyor. Yani hem yapılan iş yanlış hem de yapma biçimi yanlış. Yanlışlarla yapılan hareketle de yeni Türkiye inşa edilemez. Eski Türkiye tekrar edilir gibi geliyor bana.

Numan Kurtulmuş’a Başbakan Erdoğan’ın böyle bir çağrıda bulunmasının arkaplanında hangi amaçlar yer alıyor; bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir; biraz içerden muhalefet gördü. Muhafazakar çevre içinden sert muhalefetle karşılaşıyordu. İşledikleri bütün günahları hatırlatıyorduk onlara. Yanlışlıkları söylüyorduk. Bundan ciddi bir şekilde rahatsızlık duyuyorlardı. Böyle bir merkezin etkisini yok edemezler; ama azaltmaya çalışıyorlar. En temel amacın bu olduğunu düşünüyorum. İkincisi önümüzdeki dönemde hem kendi içlerinde hem de Türkiye’de ciddi bir iktidar kavgası olacaktır. Sayın Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmak istemesi, yapmak istemeyenler ile bir mücadeleye girecek. Sayın Erdoğan’ın AKP Genel Başkanlığı’nı bıraktıktan sonra AKP içindeki kavgalar, tabi bölgemizde olup bitenlerle de iç içe olarak farklı siyasal gelişmelerin olacağı görülüyor. Öyle tahmin ediyorum ki, Numan Kurtulmuş’u kendisini güçlendirecek bir araç olarak da gördü ve davet etti.

Peki bu arayış AKP’nin politikalarını olumlu yönde etkiler mi?

Bence, AKP değişim dinamiğini kaybetti. Özellikle Uludere, Suriye’de en son uçak krizi, cezaevi yangınında 13 insanın yanarak can vermesi, daha ondan önce AVM’de Esenyurt’ta çıkan yangında insanların yanması, Samsun’daki TOKİ konutlarında çocukların boğulması ve bunlara karşı takındıkları tavır, Kürt meselesi ile geliştirdikleri yeni tarz. Bütün bunlar AKP’nin değişim dinamiğini kaybettiğini, devlet rengine büründüğünü gösteriyor. Dolayısıyla eski Türkiye’ye döndü. Halbuki, her ne kadar Türkiye’nin yüzde 50’si AKP’ye rey veriyorsa bile bence bu toplum farklı bir Türkiye istiyor. Bu şekilde yol alamayacağını düşünüyor. Zaten AKP Türkiye’yi değiştirecek inancıyla AKP rey vermişti. Bundan sonra AKP içe kapanıyor bence ve devletleşiyor. Dolayısıyla bu AKP’yi kurtaramaz benim kanaatim.

Siz çeşitli iddialarla HAS Parti olarak yola çıktığınız. Sizin bundan sonra yapacaklarınız ne olacak?

Öteden beri söylediğimiz şeyleri söylemeye devam edeceğiz. Söylem ortada, sadece söylem değil bir de değiş biçimi de ortada, siyasete nasıl baktığımız ortada. Biz insanlarla ortak olarak, paydaş olarak, eşit olarak ve onlarla konuşarak bir şey yapıyoruz. Genel başkan ve AKP’ye giden ekip kapalı kapılar arkasında bir şey kotardılar. Biz açık olarak yapmaya devam edeceğiz. Bu söyleme bir kürsüydü HAS Parti. Şimdi bu kürsü etkisiz bir hale gelecek; ama biz başka kürsüler de inşa ederiz. Başka müttefikler de buluruz. Ve konuşmaya, bildiğimizi söylemeye, anlatmaya ve bunları eleştirmeye, rahatsız etmeye, bu sözü örgütlemeye devam ederiz.

HAS Parti ve AKP’nin durumuna ilişkin değerlendirmeleriniz bu şekilde iken, AKP’nin son dönemde özellikle Suriye ile yaşanan gerginliği de dikkate aldığımızda Ortadoğu politikalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Bence AKP’nin bütün politikalarında olduğu gibi uluslararası politikaları da çöktü. Özellikle Ortadoğu ile ilişkiler çok ciddi bir şekilde çöktü. Ahmet Davutoğlu’nun “sıfır sorun” politikası, bunlar çöktü. Türkiye “sıfır sorun” falan derken komşuları ile savaşacak noktaya geldi. Hatta bir bölge savaşına sebep olabilecek bir noktaya geldi. Şu uçak düşme krizindeki komikliklere bakın. Rezalet bu. Türkiye uçağının orada ne işi var. Kim düşürdü, düştü mü, düşmedi mi nedir bu? Çelişkili dünya kadar açıklama var. Dünyaya rezil oldular. Buradan nasıl çıkacaklar, bunları bildiklerini sanmıyorum. Davutoğlu, Sayın Başbakan, Suriye işinde baştan beri ciddi yanlışlıklar yaptı. Yani 2-3 haftada Suriye’nin Libya gibi devrileceğini filan düşündüler. Hiç okuyamadı. Suriye’nin Suriye’den ibaret olmadığını, Suriye’deki İran ve Rusya’yı göremedi. Ve maalesef Suriye halkının adalet ve özgürlük talebini kana buladılar. Sivil silahsız halk ayaklanmasını silahlandırdılar. Bugün şu kadar insan ölüyorsa bunda Suriye muhalefetini silahlandıranların da büyük katkısı var. Akan kandan sorumludurlar. Buradan zarar görmeden çıkmak için çırpınıyorlar. Rusya’ya falan gidiyor. Takip ediyoruz, bakalım ne yapabilecekler. Yani burada hükümetin, Ahmet Davutoğlu’nun yanlış öngörülerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yani bir kitap yazmış zamanında “stratejik derinlik” diye akademik fanteziler. Bu akademik fanteziler gerçek hayatla örtüşmez. Türkiye’ye çok büyük bir zarar veriyor bence. Bölge halklarına çok büyük bir zarar veriyor. Bu büyük bir yanlış, öngöremediler ve okuyamadılar. Batı’nın Suriye ile ne yapacağını göremediler maalesef. Ve Türkiye’yi büyük bir sıkıntı içine soktular. Kendileri de hükümet olarak çok zor durumdular diye düşünüyorum.

Kürt sorunu noktasında son olarak Diyarbakır’da DTK ve BDP’nin düzenlemek istediği mitinge getirilen yasak ve sonrasında ortaya çıkan fotoğraf, tıkanmanın üst boyutta olduğunu gösteriyor. Hükümet “Kürt açılımında” nereye gidiyor…

Vallahi bence hükümetin kafası, anlayışı, kavrayışı bu işi çözmeye yetmiyor. Kürtler ve diğerleri ile ortak olabilecek bir Türkiye tasavvur etmiyorlar. Burada problem var. “Bir şey verelim bu problemi çözelim” bu şekilde bu problem çözülmez. Samimi olarak çıkacaksınız ayrımcılık yaptığınızı, Türkiye’yi sıkıntıya soktuğunuzu söyleyeceksiniz. Bundan vazgeçtiğinizi ilan edeceksiniz. Bunun gereklerini yapacaksınız. Bunun için dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yok. Yani yapılacak anayasal güvencelerle, özür dilemelerle filan bu yolu açacaksınız. Sonra örgüt, ‘terör’ falan bunlar ayrı. Elbette bunu doğuran Kürt meselesidir; ama bunun çözümü başka şekilde ele alınır. Muhatap kabul edilir, oturulur konuşulur. Bir sürü örnekleri var. Şimdi bunlar az bir şey verecekler, pazarlık yapacak. İnsan haklarının pazarlığı olur mu kardeşim. Hakların pazarlığı olur mu. Ben diyorum bir lira alacağım var. Sen önce inkar ediyorsun. Sonra diyorsun “gel 50 kuruşta anlaşalım.” Böyle bir şey mi yani? Ticarette falan olabilir, batak paraları kurtarmak için böyle bir şey olabilir, ama insan haklarında böyle bir şey olabilir mi? Öncekiler de, Sayın Erdoğan da, AKP hükümeti de böyle bakıyor yani. İşte 50 kuruş vererek, Kürtleri bir liradan vazgeçirecek. Böyle komik bir şey. Bu açılım falan değil. Şu anda uygulanan politikalar da böyle. Size ne ya insanlar miting yapsın. Orada bir suç işlenirse tamam. Niye önlüyorsun sen mitingi. Suçu önledim, ne suçu, ne olacaktı. Daha evvel o meydanlarda dünya kadar miting yapmış bu siyasal hareket. Niye provoke ediyorsun, güç gösteriyorsun. Buna benzer dünya kadar yanlış yaptılar. Newroz’da yaptılar, başka zaman yaptılar. Yaptılar da yaptılar. Yanlış yapmaya da devam ediyorlar. Üstelik de bu yanlışları da takdim eden tuhaf bir adam var; İçişleri Bakanı. Tuhaf bir adam, anlaşılır gibi değil. Artık bu İçişleri Bakanı’nın densizliğidir, işte gaflarıdır izah edemeyiz biz bunu. Bu kadar ısrarla tuttuğuna göre, bu densizlik ise de Başbakan’ın densizliğidir, gaf ise Başbakan’ın gafıdır. Bu ne ya, buradan nereye gidecekler anlayamıyorum.

Yine Kürt sorunu ile bağlantılı olarak PKK Lideri Abdullah Öcalan’a uygulanan tecrit bir yılına yaklaşıyor. Ve Kürt sorununda Kürt siyasi çevreleri sorunun çözümü için Öcalan’ı adres gösteriyor. Bu duruma yönelik yapılması gereken nedir?

Şunu söyleyeyim; bu akan kanın akıtılmasının durmasına ve Türkiye’de birlikte yaşamanın anayasal ve reel şartların oluşmasına kim katkı sağlayabiliyorsa sağlasın. Öcalan da, kim varsa sağlasın, zaten daha evvel görüşülmüş. Bence orada örgütle, hakların müzakere edilmesi, pazarlığının yapılması da doğru değil. Yani haklar ortadır, bellidir. Bunları bugüne kadar gasp ettiğin için “özür” dileyeceksin. Ve hakları kabul edeceksin. Vereceğim vereceğim havası ile değil, ama Öcalan’ın durumu, örgütün dağdan inmesi, hakların verilmesine paralel olarak bu nasıl olacak bunlar teknik konular. Bunlar konuşulur edilir, ama bu süreçte Öcalan’ın katkısı varsa, ki var olduğu görülüyor çok açık bir şekilde. Bunun yöntemi bulunsun. Zaten görüşmüşler, ne oldu yani şimdi. Ne yapıyorsunuz? “Bu işi çözüyor musunuz yoksa zamana mı bırakıyorsunuz” diye sorarlar. Ve doğrusu ben de soruyorum.


Asef Bayat - Post-İslamcılık Nedir?

Asef Bayat'ın yazısı İslami Yorum'da Fatih Peyma çevirisiyle yayınlandı.




Post-İslamcılık Nedir?


Post-İslamcılık teriminin oldukça kısa bir geçmişi vardır. Bu terimi 1996’da, Post-İslamcı Bir Toplumun Ortaya Çıkışı[1] adlı kısa yazımda ortaya atmıştım. O yazımda Humeyni sonrası İran’ın tanık olmaya başladığı dini düşünceyi ve siyasi bakış açılarını, önemli sosyal eğilimleri (ki bu eğilimler 1990’ların sonlarında reform hareketleriyle iç içe geçmiş eğilimlerdi) açıkça dile getirmiştim. Benim deneme niteliğindeki yazım, sadece toplumsal eğilimlerle ilgiliydi. Aslında bahsettiğim yazımda kullandığım post-İslamcılık terimi sadece İran İslam Cumhuriyeti’nin gerçeklerine uygun düşen ve başka toplumlarla ve yerlerle alakası olmayan bir terimdi. Buna rağmen terim, özü itibariyle (pratikte, yaklaşım açılarında ve fikirsel anlamda) içerden ve dışardan İslamcılığın uğradığı değişimlere göndermede bulunuyordu.

O zamandan bu yana Avrupa’da bir kaç gözlemci, sık sık tanımlayıcı olarak, öncelikle Müslüman dünyadaki İslamcı militanların stratejilerinde ve hareketlerindeki büyük bir değişim olarak gördükleri şeyi adlandırmak amacıyla bu terimi kullandı. Münferit yazarlar tarafından farklı farklı kullanıldığı şekiller göz önüne alındığında terim, açıklayıcı olacağı yerde daha da kafa karıştırıcı bir hale dönüştü. Bazıları için, mesela Gilles Kepel[2]’e göre post-İslamcılık, İslamcıların cihat ve selefi görüşlerini terk etmeyi tanımlamaktadır. Olivier Roy[3] ise onu, İslamizasyonun özelleştirilmesi(burada bahsedilen İslamizasyon “devletin İslamizasyonu”nun zıddıdır) olarak algılar. Burada vurgu, İslamizasyonun içeriğinden daha çok nasıl ve nerede gerçekleştiğinedir. Başkaları ise onu tanımlamadan kullanmaktadır. Buna rağmen bu terim genellikle, bir dönemi ya da tarihsel bir sonu temsil eden analitik kategoriden çok deneysel  olarak anlaşılmış ve öyle takdim edilmiştir.

Terimin layıkıyla kavramlaştırılmaması ve yanlış algılanması sonucunda bazı tatsız tepkiler meydana geldi. Eleştirmenler, bazı militan İslami grupların görüşlerinde ve stratejilerinde önemli değişiklikler olduğunu tasdik etmelerine rağmen İslamcılığın sonu[4] hakkında genellemeleri isabetli bir tespitle, erken olarak değerlendirmişlerdir. Eleştirmenlere göre değişen şey, siyasi İslam değil, onun kendine özgü devrimsel yorumudur. Başkaları ise “post -İslamcılık belli belirsiz bir gerçeği değil, yalnızca İslami siyasetin bir yorumunu ifade eder” demişlerdir.[5]

Bana göre, büyük, etkili (ve çok boyutlu) bir hareket içinde somutlaşmış olan post-İslamcılık, hem bir durumu hem de bir projeyi temsil etmektedir. Öncelikle o, siyasi ve sosyal şartlara işaret eder. İslamcılar iktidarı normalleştirmeye ve kurumsallaştırmaya çalıştıkları süre içinde sistemlerin yanlışlıklarını ve yetersizliklerini fark ettiler. Sürekli denemeler ve hatalar, sistemi sorulara ve eleştirilere elverişli hale getirdi. Nihayetinde sistemi devam ettirmek için yapılan pragmatik girişimler, onun asıl ilkelerinin terk edilmesine yol açtı. İslamcılık, hem iç çelişkilerinden hem de sosyal baskıdan dolayı kendini yeniden dizayn etmek zorunda kaldı. Fakat bunun bedeli “niteliksel bir değişim”di. 1990’larda, İran’daki dini ve siyasi söylemdeki büyük değişim bu eğilimin en bariz özelliğidir.

Post-İslamcılık sadece bir durum değil, aynı zamanda bir proje ve bunun yanında sosyal, siyasi ve entelektüel alanlarda baskın olan İslamcılığın yöntemleri ve mantığı için ayrıntılı planlar oluşturmak ve kavramsallaştırmak için bilinçli bir girişimdir. Fakat post-İslamcılık ne İslam karşıtıdır, ne İslam dışıdır, ne de sekülerdir. Bilakis o, bağımsızlığı ve İslam’ı, inanç ve özgürlüğü, dindarlığı ve hakları birleştirmek adına yapılan bir girişimi temsil etmektedir. O, geçmişin yerine geleceği, sabit yazılı eserlerden ziyade tarihselciliği, bireysel otoriter ses yerine çoğulculuğu, görevler yerine hakları vurgulayarak İslamcılığın önde gelen ilkelerini tamamen değiştirme girişimdir. Post-İslamcılık bazı Müslüman aydınların alternatif modernite dedikleri şeyi başarmak için İslam’ı bireysel seçim ve özgürlükle, demokrasi ve modernite ile kaynaştırmayı hedefler. Post-İslamcılığın tanımı en güzel şekilde, dini gerçeğin tekelini kırmada, katılıktan gelen özgürlükte, seküler ihtiyaçları tanımlamada ortaya çıkmaktadır. Kısaca İslamcılık, dinin ve sorumluluğun kaynaşması olarak tanımlanırken; post-İslamcılık, dindarlığa ve haklara vurgu yapmaktadır.

İslam’ın demokratik ideallere cevap verip vermediği öncelikle yukarıdaki bakış açılarını savunanların toplumda ve devlet içerisinde siyasi egemenliklerini tesis edebilip edemeyeceklerine bağlıdır. 1970’lerden beri Mısır’da ve İran’da sosyo-dini hareketlerin tarihçesi, İslam’ı demokratik ya da anti demokratik yapma siyasetinin ardındaki güçlerin, şartların, mantığın analizini yapmak için uygun bir zemin sunmaktadır. İran’da, 1979’da gerçekleşen İslam devrimi ve İslam Cumhuriyetinin kurulması toplum ve devlet içinde İslamcılığı aşmayı hedefleyen muhalif hareketlerin yükselişi için gereken şartları oluşturdu. 1988 yılında Irakla savaşın bitimi, 1989 yılında Humeyni’nin vefatı ve başkan Rafsancani’nin savaş sonrası yeniden inşa programı, post-İslamcılığa doğru bir dönüm noktası oldu. O kendini, şehir yönetimi, feminist uygulama, teolojik bakış açısı, sosyal ve entelektüel eğilimler ve hareketler gibi çeşitli sosyal uygulamalarda ve fikirlerde belli etti. Gençler, öğrenciler, kadınlar ve dindar aydınlar ve pek çok devlet çalışanı demokrasiyi, bireysel hakları, hoşgörüyü, cinsiyet eşitliğini talep ettiler. Fakat bunun yanında dini hassasiyetlerini de tümüyle terk etmediler. Böylece sıradan insanlar tarafından günlük direnç ve mücadele; dini düşünürleri, ruhani elitleri ve siyasi aktörleri büyük ölçüde paradigmatik değişime gitmeye mecbur etti. Birçok eski İslam devrimcisi eski düşüncelerinden vazgeçtiler. Dine dayalı bir devlet anlayışının tehlikelerine karşı insanları uyardılar. İslami devletin hem içinden hem de dışından gelen muhalefet İran’ın sekülerleşmesi için çağrıda bulunurken, aynı zamanda toplum içinde dini etiğin sürdürülmesini gerektiğinin de altını çizmekteydiler.

Fakat Mısır, farklı bir yol izledi. İslami bir devrim yerine orada, kutsal metinlere sıkı bir bağlılık, ataerkil eğilim, popülist bir dil, muhafazakar ahlaki bir vizyon ile her yana yayılmış İslami bir hareket gelişti. 1990’ların ilk yıllarına kadar, davet ve dernek faaliyetleriyle İslami hareket, devlet kurumlarında da kendine bir yer edinerek sivil toplumun büyük bir kesimini ele geçirdi. İslami hareket, Mısır’ın seküler rejimini değiştirememiş olsa da, hem toplum üzerinde hem de devlet üzerinde kalıcı izler bıraktı. Bu İslami hareket tarzı her bir yanı kuşatmıştı ve bu yüzden aydınlar, yeni zenginler, El-Ezher ve iktidardaki elitler de dâhil olmak üzere Mısır toplumunda başlıca aktörler, yerelcilik (nativizm) dili ve manevi değerler sistemi etrafında bir araya geldiler ve şiddetli bir şekilde eleştirel sesleri, yenilikçi dini düşünceyi ve demokratik reform için talepleri tecrit ettiler. En sonunda, yayılan İslamcılığın tehdidi altında olan otoriter devlet, Mısır’ın “pasif devrim”ini yapılandırmak için ulusal hassasiyet, düşünce ve muhafazakâr dindarlık görüşlerini benimsedi. Bu İslami pasif devrim, kontrollü bir yeniden yapılanmayı temsil etmiştir ki, bu yeniden yapılanma içinde devlet (değişimin gerçek hedefi olan) tamamen işbaşında kalmayı başarabildi. 2005 yılında daha yeni oluşmaya başlayan demokrasi hareketi (Kifaye [Yeter!] hareketi) siyasi iklimde birkaç değişikliğe dikkat çekmiş olmasına rağmen; siyasi yapı, otoriter; dini düşünce, durgun ve kişiye özel; yöneticiler sınıfı, yerelci (nativist) kaldı. Mısır’da çok az şey, İran’ın post-İslamcı yörüngesini andırıyordu.

Post-İslamcılık sadece İran’a has bir olgu mudur? İslam devrimi 1980’lerde diğer Müslüman ülkelerde benzer hareketleri teşvik ederken, İran’ın post-İslamcılık deneyimi, bazı İslamcı hareketler arasında (örneğin Tunus’taki Raşit-el Gannuşi tarafından yönetilen İslam partisi gibi) ideolojik bir değişime katkıda bulundu. Yine de 1990’ların ilk yıllarından beri, iç dinamikler ve küresel güçler, İslam dünyasında bireysel hareketler arasında post-İslamcılığı körüklemede büyük bir rol oynadı. 1990’ların ilk yıllarında, hareket içinde ayrılışa sebep olan Lübnan Hizbullahının çoğulcu stratejisi; hem militan İslamcılara hem de İhvan’a bir alternatif olarak ortaya çıkmış Mısır’daki el vasat partisinin 1990’larda ortaya çıkışı; Türkiye’de Refah, FaziletAK Parti gibi dini partilerin kapsamlı politikaları ve icraatları; Hindistan’da Cemaat-i İslamiye’nin içinde daha kapsayıcı, çoğulcu, belirsiz ideolojik eğilimlere doğru gerçekleşen söylem değişikliği[6]; 1990’ların sonunda Arabistan’da ortaya çıkan[7], İslam ve demokrasi arasında bir uzlaşma arayan İslamcı-liberal eğilim; bütün bunlar, günümüz Müslüman ülkelerde post-İslamcı eğilimlerin işaretleridir. Gülen ve taraftarları, dini görüşleri benimserken demokrasiyi, hoşgörüyü, milliyetçiliği, modernizmi destekleyen siyasi bir hareket meydana getirmeye çalışmaları, bu saydıklarımız arasında tipik bir örnektir. Bütün bu örneklerin her birinde post-İslamcılık (değişen derecelerde de olsa); evrensellik fikriyle dolu İslamcı dünya görüşünden, “sadece benim anladığım din anlayışı doğrudur” tekelci mantığından, dini dışlayıcılık (exclusivism) düşüncesinden; hareketin ilkeleri ve uygulamaları içerisinde tavizin, ilavenin, çok sesliliğin ve çok anlamlılığın kabullenilmesine doğru bir yönelmeyi ifade etmektedir. Şunu söylemeliyim ki İslamcılık ve post-İslamcılık kavramları, başlıca değişimi, farklılığı ve değişimin kökenini işaret edecek kavramsalalanlar olarak hizmet ederler. Fakat gerçek dünyada pek çok Müslüman her iki söylemin görüş açılarına, özgürce düşünmeden ve hepsi bir anda bağlanmaktadırlar. Fakat bir eğilim olarak post-İslamcılığın ortaya çıkışı, İslamcılığın tarihsel sonu olarak görülmemeli. Bilakis İslamcı deneyimden neşet etmiş niteliksel olarak farklı bir söylem ve siyasetin ortaya çıkışı olarak değerlendirilmelidir. Aslında biz, hem İslamcılığın hem de post-İslamcılığın aynı anda gerçekleşen işleyiş usullerine şahit olabilmekteyiz.

Değişen derecelerde post-İslamcı hareketler, dini ve siyasi dili değiştirmede başarılı olmasına rağmen, henüz Müslüman toplumlarda otoriter siyasi düzeni değiştirebilmiş değiller. İran’ın post-İslamcılığı, 2000 yılının başlarında gerçekleşen denemelere rağmen İslam Cumhuriyetini tamamen demokratikleşmede başarılı olamadı.

Onun siyasi reform projesi (ki Müslüman Orta Doğu’da, yerel bir demokrasi modeli olmaya hazırdı), reform hareketini engellemeye çalışan iktidardaki ulemanın baskıcı gücü ve reformistlerin kendi hataları yüzünden sekteye uğradı. Başka bir deyişle, Müslüman toplumlarda demokratik hükümetlerin önündeki engellerin dinle çok az bir ilişkisi vardır. Onlar, iktidarı elinde tutanların maddi ya da maddi olmayan çıkarlarına daha sıkı bağlıdır. O zaman; sosyal hareketler, Müslüman çoğunluğun yabancı hâkimiyet tehdidi, İslamcı muhalefet; otoriter hükümetler arasında hapsolup kalmış olan Orta Doğu’da ne ölçüde siyasi değişim meydana getirebilir?

Söylemsel bir değişim, tek başına, gerçek bir kurumsal dönüşüme sebep olmak için yeterli değildir. Hareketlerin, siyasi gücü alt etmesi gerekmektedir. Fakat nasıl olacak da şiddet yanlısı olmayan sosyal hareketler, baskıcı devletin gücüyle baş edebilecek? Son bölümde de belirttiğim gibi, her yana yayılmış sosyal hareketler, bir baskı altında kaybolup gidecek söylemlere sahip değildirler. Bilakis onlar, inişleri ve çıkışları olan, değişim ve faaliyetleri uzun süreye yayılmış çok yönlü süreçlerdir ve sürekli “ileriye doğru bağlantılar”[8]asahipolduğunda, ilk fırsatta halk seferberliğini yeniden canlandırabilecek durumdadır. Kültürel üretimleri sayesinde bu hareketler, devletleri ve siyasi elitleri; toplumun hassasiyetleri, idealleri, beklentileri yönünde yeniden yapılandırabilir ve sosyalleştirebilirler. Devletin sosyalleşmesi, Müslüman toplumlarda demokratik bir dönüşümü desteklemek için aktif vatandaşlığın ve sosyal hareketlerin etkisini anlamada bir ipucu verebilir.

İran’ın post-İslamcı stratejisi, “ana-akım Mısır İslamcılığı”nın 1980’lerde üstlendiği şeyi yansıtmaktadır. Mısır’da İslamcı reform (ki bir bakıma, her yönüyle devlet kapısını hedeflemişti) sosyal seviyede harika sonuçlar elde etti. Hükümet; baskı ve benimseme karışımı ile misilleme yaptığında Mısır, Gramsci’[9]nin “pasif devrim”[10]ini tecrübe etmiş oldu. Bu pasif devrim; entelektüel ve İslami düşüncede durgunluk, siyasi kapalılık ve İslamcılık düşüncesinin yok olmasıyla meydana gelmiş bir devrimdi. Böylece, Mısır’da İslam ve demokrasi arasındaki ilişkinin dinamikleri, İslam Cumhuriyetinde olandan radikal olarak farklılık gösterdi. Mısır, toplumun derin bir İslamizasyonuna maruz kalırken; İran, post-İslamcı dönüşümü tecrübe etti. Fakat her iki ülkede de sosyal hareketler, siyasi rejimleri radikal olarak değiştirmede başarılı olamadılar.

Sosyal hareketler, devleti ve siyasi elitleri toplum hassasiyetlerine doğru ne şekilde değiştirebilir? “Müslümanlar, eğer ‘varoluş sanatı’nı tam öğrenirlerse kapsamlı siyaset ve ahlaki düzen için çağrıda bulunan, kesintisiz bir hareketi gerçekleştirebilirler.” diyerek yazımı sonuçlandırıyorum.


[1]  Yazının orijinali için bkz. https://openaccess.leidenuniv.nl/bitstream/handle/1887/9768/12_606_020.pdf?sequence=1
[2]  1955 doğumlu Fransız akademisyen Gilles Kepel; Arapça, İngilizce ve felsefe öğrenimi görmüş, siyasal bilimler ve sosyoloji dallarında doktora yapmıştır. Uzmanlık alanı İslam ve Arap dünyası olan Kepel, halen Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde öğretim üyesidir. Türkçedeki eserleri şunlardır: Fitne: İslam’ın Merkezinde Savaş (Doğan, 2006), Bir Şark Savaşı Güncesi (Doğan, 2002), Cihat: İslamcılığın Yükselişi ve Gerilemesi (Doğan, 2001), Peygamber ve Firavun (Çizgi, 1992).
Kepel, “Jihad: The Trial of Political Islam” adlı kitabında bu terimi radikal İslam’dan, cihattan, selefi görüşlerden uzaklaşmış, demokrasi ve insan hakları adına mücadele eden Müslümanlar için kullanmaktadır.
İranlı yazar Ferhad Khosrakhavar (The Islamic Revolution in Iran: Retrospect after a Quarter Century, Thesis Eleven, vol. 76) ise bu terimi Abdulkerim Suruş için kullanmaktadır. (Çev.)
[3]  Oliver Roy, 1949 yılında doğmuştur. Fransız siyaset bilimcisidir. Daha yakından tanımak için Türkçeye çevrilmiş şu makalesine bkz. (Çev.)
http://www.timeturk.com/tr/2011/02/17/oliver-roy-bu-bir-islami-devrim-degildir.html
[4]  Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. “Wishful Thinking, Present and Future”, Diaa Rashwan http://www.mediamonitors.net/diaarashwan4.html
[5]  Ayrıntılı bilgi için bkz. Salwa İsmail. http://www.scribd.com/doc/22809819/Ismail-Paradox-of-Islamist-Politics
[6]  İrfan Ahmed, From Islamism to Post-Islamism: Jama’at-i Islami of India (İslamcılıktan Post-İslamcılığa: Hindistan Cemaat-i İslamisi) [Türkçeye Açılım Kitap tarafından çevrilmektedir]
[7]  Daha fazla bilgi için bkz. Stephane Lacroix, (A New Element in the Saudi Political-Intellectual Field: The Emergence of an Islamo-Liberal Reformist Trend)
[8]  İleriye doğru bağlantı (forward linkage), müşterilerle üreticiyi birbirine bağlayan dağıtım zinciri. (Çev.)
[9]  Antonio Gramsci (1891-1937): İtalyan düşünür, siyasetçi ve sosyalist kuramcı. (Çev.)
[10]       Cihan Tuğal’ın, Koç Üniveristesi Yayınları’ndan çıkan “Pasif Devrim” kitabı, bu konunun Türkiye’deki yansımalarını irdelemektedir. Kitabın arka kapağından bir alıntı şöyledir:
Pasif Devrim, İstanbul’un bir zamanlar radikal Müslüman ilçelerinden Sultanbeyli’nin “ılımlı İslam”a dönüşümünü anlatıyor. Bu mahalledeki hayatın zengin bir etnografisini sunan bu kitap İslami aktivistlerin nasıl örgütlendiklerini, 28 Şubat sürecinde nasıl geri çekildiklerini ve AKP tarafından nasıl massedildiklerini anlatıyor. Tuğal, gözlemlerini Mısır ve İran örnekleriyle de karşılaştırarak Türkiye örneğini genel tarihsel bir bağlama da oturtuyor ve İslami politikaların, neden başka yerlerdeki laik kapitalizmlere benzer bir şekilde entegre olmadığı sorusunun yanıtını arıyor.