Friday, July 27, 2012

Ahmet Örs - İslamcılık Bitti mi?


İslamcılık Bitti Mi?


İslamcılık bitmez. İslamcılıkla ilgili birçok tanım ve tahlil yapılabilir ancak onun ölümünü ilan etmek başka bir şeydir. Berlin duvarının çöküşüyle de başka ideolojilerin ölümü ilan edilmiş, kapitalist dünyadan başka bir seçenek kalmadığı söylenmişti.

İslamcılığın zayıfladığı, yerel ve genel meselelerde çözüm üretemediği, bazı kollarıyla iktidar yapılarına eklenerek çözüldüğü söylenebilir, söylenmelidir ancak onun tümden ölümünü ilan etmek başka bir şeydir, belki bir niyetin açığa çıkmasıdır.

Müslümanlık/İslamcılık kavramlarının tercihi tartışmaları İslamcılık/İslami hareket kavramları üzerinden de sürdürülebilir. İslam’ı siyasal ve sosyal mücadelenin temeline alan hareketler için sıfat olarak kullanılacak kavramlar tabii ki önemlidir ancak asıl önemli olan o hareketlerin İslam’dan kalkarak neler söyledikleri, hangi sosyal mücadele tarafında durup hangi düşünsel zeminde ilerledikleridir.

Bugün büyük bir krizle karşı karşıya olduğumuz su götürmez bir gerçek. 28 Şubatın terbiye ettiği genel İslamcı havzadan egemenlerce AKP iktidarı devşirildi. AKP iktidarı da ister istemez çok hızlı bir şekilde devlet yapılanması üzerine oturan İslamcı yelpazeyi büyük bir şaşkınlık ve akabinde yozlaşmayla karşı karşıya bıraktı.

AKP iktidarı en çok hangi İslamcı kanadı içine alarak dönüştürdü ya da Türkiye’de yer alan İslamcı yelpazenin hangi ana ve ara renkleri var? Bu önemli bir soru çünkü İslamcı oldukları iddia edilen birçok çevrenin yine İslamcı oldukları iddia edilen başka birçok çevreyle birlikte durmaktan ürkmesi, ondan hoşlanmaması herkesçe bilinen bir durum. O halde bazı yazarlar ve çevrelerce sıkça yapılan İslamcılık tartışmalarına bu zaviyeden bakmakta fayda var.

İslamcılığın “yeni bir durum” olarak son bir asırdan fazla bir geçmişe sahip olduğu göz önünde bulundurulursa onun Osmanlı Devletini kurtarmaktan 60’lı yıllardan itibaren Ortadoğu’daki İslami hareketlerin ürettiği düşünsel ve tecrübî birikimi Türkiye’ye taşıma sürecine kadar giderek evrimleştiği; bunu yaparken de bazı tonlarının bahsettiğimiz o geniş yelpazedeki ana ve ara renklerden giderek ayrılıp ayrıştığı rahatlıkla görülebilir. İşte daha çok “tecdid ve ihya” bağlamında değerlendirilebilecek bu ayrışmalar İslamcılık sıfatını hak etmektedir. Çünkü ideolojik bir görünüme daha uygun bir oluşumları, siyasal temel ve hedefleri itibariyle de yerel ve küresel güçlere paralellik göstermeyen daha bağımsız ve devrimci bir damarları vardır. Bu renk giderek kendini yelpazedeki diğer renklerden ayırmıştır, zaten o diğer renkler de ayrışan bu yeni damarı itikaden neredeyse din dışı ilan etmiştir.

İslamcılığı “Kur’an ve sahih sünnete dönüş çağrısıyla bağımsız siyasal bir hareket oluş” arasında kaçınılmaz bir bağ olduğunu savunarak tanımlayan bu yeni sürecin filizlenişinden AKP iktidarınca muhasara edilmesi sonucu ortaya çıkan trajediye kadar İslamcılık tecrübeleri ayrıca ve geniş bir biçimde irdelenmelidir.

Geleneksel İslami yapıların (kendilerine İslamcı denilmesi bizce uygun değildir ancak literatür onları da kapsıyor) cumhuriyet tarihi boyunca iktidarla girdikleri pragmatik ilişkileri kınayıp dışlayarak bağımsız İslami kimliğe sahip olmakla iftihar eden İslamcı yapıların AKP iktidarıyla iç içe geçmiş olmaları görünen o ki bu durumda bir yere kadar hak verebileceğimiz “İslamcılık bitti” iddialarını ortaya çıkarmıştır.

Bahse mevzu ettiğimiz İslamcı kanadın, geleneksel çevrelerin çok ötesine geçmiş ve siyasallaşarak yerel ve küresel hegemonyanın hışmına uğramış Milli Görüş partilerine göstermedikleri toleransı aşarak neredeyse bir aşk boyutuna varacak derecede AKP iktidarına göstermesini anlamaya çalışmak gerekiyor.

Güçlü siyasal tecrübeden yoksun, entelektüel birikimi akim kalmış bir süreç olarak 28 Şubatın da hızlandırıcılığı sonucunda bağımsız İslamcılık düzene eklemlenmiştir. AKP’ye eklemlenmek ister istemez en azından sonuçları bakımından yerel ve küresel ilişkilere, parçacıklarla da olsa eklemlenmektir. İktidarın yerel ve küresel odaklarca zayıflatılabilme korkusu bu gidişat içinde olan eski bağımsız İslamcı çevreleri daha da derin korkulara sürüklemiş, iktidar partisine bağlılığı dramatik boyutlara ulaştırmıştır.

12 Eylül solu bitirmeyi amaçlarken Türk-İslam senteziyle de İslami hareketlerin önünü kesmeyi, onların rotasını saptırmayı amaçlıyordu. 12 Eylül süreci birinci hedefine büyük oranda yaklaşırken ikinci hedefinde eksik bıraktığı yerleri 28 Şubatta, bu defa başka usullerle giderdi (postmodern darbe).

24 Ocak kararlarıyla birlikte küresel bir operasyonun Türkiye ayağı olarak yürürlüğe giren neoliberal dönüşüm politikaları nihai aşamada iki darbe sürecinin terbiye ettiği Türkiye İslamcılığına bel bağlamış görünüyordu. Çünkü ancak halkla göreceli olarak barışık bir iktidar bu politikaların sorunsuzca ilerleyebilmesini mümkün kılabilirdi ki bu da sentezci dindar AKP iktidar süreçleriyle mümkün oldu. Böylece 12 Eylülün ruhuna uygun bir süreç rızaya uygun olarak İslamcılara kabul ettirilmiş oldu. Ancak trajikomik bir şekilde Pinochet örneğinde de olduğu gibi 12 Eylülün başlangıç ucundaki Evren ve cuntası, 12 Eylülün diğer ucunu tutan AKP iktidarıyla yargılanmaya başlandı.

İslamcılığın iflas ettiği söylenecekse eğer, önce yerel ve küresel operasyonları anlamaktan aciz bu düşünsel sefaletinden dolayı iflas ettiği söylenmelidir. İran İslam devriminden İhvan’a, oradan Cemaat-i İslami’ye, Hizbu’t-Tahrir’e varan geniş fiili ve düşünsel tecrübelerden yararlanarak iyi kötü kendine yer açabilen, başka ideolojilerle, en çok da Ali Şeriati rüzgârıyla, irtibatlar kuran bağımsız İslamcılığın bu trajik ve hızlı çözülüşü sebep ve sonuçlarıyla tartışılmalı, bu sürecin tümden terk edilip edilmediği masaya yatırılmalıdır.

Özellikle AKP iktidarının 12 Eylül politikalarının bir devamı olarak bir sentez yapıp bağımsız bir İslami kimlik üzerinden yeni bir siyasal durum oluşturma potansiyelini emmesi, yaygın tabirle iktidarın İslamcıları “memur” yapması gönülden rıza gösterilen bir tablo olarak orta yerde durmaktadır. “Devlet”in en alt birimindeki idari kadrolardan en üst siyasi kadrolara kadar eski İslamcı bakiyenin fütursuzca kullanılması İslamcılığın iflasını dillendirenler için uygun ve anlaşılabilir örneklerdir.

AKP’li “devlet”in yetişmiş İslami kadro ve potansiyeli arsızca kullanmasına yelpazenin bütün renkleri içinde yer tutan geleneksel unsurların bir itirazı yoktur ancak kendi içinde ve tercihlerinde kıvranıp duran nispeten daha devrimci bir gelenekten gelen İslamcı unsurlar için durum ister istemez farklıdır. Tamamen vazgeçmekle sentezci çelişkileri izah etmek bu çevreler için yakın gelecekte sarsıcı sonuçlar doğuracaktır: ya tümden iktidarın sadece kültürel/gençlik/sivil yapılanmaları olarak kalmak ya da bu netameli süreçten çekilip sıyrılmak. Birinci ihtimalde oldukça yol alındığından ikinci ihtimalin şu aşamada gerçekleşmesi oldukça zor görünmekte, angajmanlar düşünsel ve siyasal anlamda eli kolu bağlı bir pozisyon yaratmaktadır.

İslamcılığın (İslami Hareket de diyebiliriz) yerel ve küresel mevcut duruma karşı yeni ve özgün itirazlar üreten, bunu siyasal/entelektüel zeminde bir söylem düzeyinde somutlaştırıp pratik muhalefet noktasına taşıyan ve en nihayetinde İslamcılığın tümden ölmediğini fiili olarak kanıtlayan bağımsız kanatları yok mudur? Elbette vardır. İstanbul’dan Anadolu’ya kadar irili ufaklı merkez ve gruplar egemen siyasetin emdiği İslamcı yelpazenin dışında kalarak süreci ifşa etmeye çalışan, yerelde yaşanan değişim ve dönüşümleri küresel çerçevede anlamlandıran, yaşanan neoliberal dönüşümü kavramaya çalışarak mevcut siyasetlerin eksenini açığa çıkarmaya gayret eden bir çaba içerisindedir. İster istemez AKP iktidarına muhalif bir pozisyonda hareket eden bu grupların söylemleri iktidara eklemli diğer İslamcı çevrelerin tutumlarını daha da pekiştirmektedir. Özellikle Ortadoğu’da tamamen iktidar eksenli siyaset yapan bu İslamcı çevreler, başka tezlerle siyaseti ve küresel ilişkileri anlamlandırmaya çalışan muhalif İslamcıların söylemleri karşısında derin bir öfke ile siyaset yürütmekte, bu sebeple de iktidar merkezine daha çok yakınlaşmaktadırlar.

Aynı durum yeni İslamcı yapılanmalar kapitalizm/emek sömürüsü ve çevrenin yağmalanması, AKP iktidarının sermayeden yana tutumuna karşı çıkarken de görülmektedir. Sol/sosyalist etkilenmelerle suçlanan bu çevrelere karşı sığınılan adres de ister istemez iktidar politikalarıdır. Bu sığınmacı anlayış Kürt sorununda da aynen devam ediyor. Devlet politikalarına bu kadar eklemlenildikten sonra bağımsız, özgün bir siyasal hat inşa etmek neredeyse artık imkânsızdır ve bu İslamcılık tabii ki bitmiş ve iflas etmiştir ancak o çizgiyi köşeye sıkıştıran yeni damarı gör(e)meden yapılan topyekûn “İslamcılık öldü” ilanı da tartıştığımız çerçeve itibariyle de açık bir yanlışlık ve haksızlıktır.

İnsanları Kur’an’la buluşturmak, onları yeryüzünde adalet ve özgürlük mücadelesinde saf tutmaya çağırmak demektir. Sahih sünnet çağrısı da zulmün üzerine giden bir Resul’ün ayak izlerini ortaya çıkarma çabasından başka bir şey değildir. Bu tabloyu örten muharref din anlayışını ıslah etme çabası ile siyasal bağlamda özgün tezler ve pratikler üretmek doğrudan birbiriyle ilintili çabalardır. Biri ertelenerek ya da bütünüyle iptal edilerek İslamcılık yapılamaz. İslamcılık öldüğü, bazı iddiaları iptal edildiği zaman da hakikatin üzeri örtüleceğinden insanlık kaybetmiş demektir.

kaynak

Tuesday, July 24, 2012

HAS Parti meselesi üzerine Bekaroğlu Röportajları

Emek ve Adalet Mehmet Bekaroğlu'nun Numan Kurtulmuş'un iktidara kenetlenmesi üzerine verdiği iki röportajı telif etmiş şurada, aynen alıyoruz

***

Mehmet Bekaroğlu emek ve adalet zemininde buluşan bir çok arkadaşımız için çok önemli bir isim ve bu çabanın temel ilham kaynaklarından biri. Zeki hocamızla birlikte Has partiyi bir ihtimal olarak dikkate değer kılan birkaç isimden biriydi. Ancak elbette bizim için Has parti dolayımından ibaret olmadı. Önemli bir bölümümüzün Fazilet Partisi’nde milletvekilliği döneminden beri izlediği, 2000 ölüm oruçları dönemindeki faaliyetleri, 2007′deki siyaset girişimi deneyimi ve 2009 Saadet Partisi İstanbul belediye başkan adaylığı kampanyası ile çoğumuzu heyecanlandıragelmiş, siyasete dair umutlanmamıza vesile olmuş bir isim. Geniş bir çevreyle birlikte çıkardıkları doğudan dergisi kaynakçamızın temel taşlarındandır. Dün sağolsun Taksim’deki kardeşlik iftarında da aramızdaydı. Has parti deneyimi vesilesi ile radikal ve özgür gündem’e iki güzel röportaj vermiş. Pek çok derdimize bir kez daha tercüman olmuş. “Hak, adalet, özgürlük” arayışını “fabrikada çalışanlarla, tezgâhtarlarla, tarladakilerle, cami cemaatiyle buluşturmanız lazım” tespitinin özellikle altını çiziyor, can-ı gönülden katıldığımızı söylemeden edemiyoruz. Çok faydalandık, paylaşıyoruz.



''Tayyip Bey ustalığını kullandı''

Pınar Öğünç, Radikal 22/07/2012

Numan Kurtulmuş AK Parti’ye geçti, HAS Parti’nin akıbeti muamma. ‘Yol arkadaşı’ Mehmet Bekâroğlu’yla ‘Müslüman sol’u konuştuk.

Son dönemde Halkın Sesi Partisi’nde (HAS Parti) yaşananlar üzerine bir dolu siyasi analiz yapılabilir. Ama siz nasıl hissediyorsunuz onu merak ediyorum.

Ben de yokladım kendimi, neler oluyor diye. Şaşkınım diyemem. İşaretleri vardı çünkü. Ama tabii insan burukluk hissediyor. Yoruldum mu diye soruyorum kendime. Ama netim, ne olduğunu çok rahat bir biçimde tanımlayabiliyorum.

Sizin bu ilk de değil. Ertuğrul Günay ’la da benzer bir durumu yaşamıştınız. Özeleştiri yaptınız mı? Belki siz iyi tahlil edemiyorsunuz. Belki baştan yollar ayrı.

Doğru, eleştirdim. Belki de herkesten özür dilemem lazım. Doğru, yol arkadaşı konusunda daha dikkatli olmam gerekiyor. Ama aldatma şeklinde bakacaksak, ben aldatılan olmayı tercih ederim. Arkadaşım Ertuğrul Günay ’ın yakın zamanda yaşadığı iki olaya bakınca acınacak durumda olan ben değilim.

AK Parti , HAS parti çerçevesinde söylediklerinde ısrarcı bir Numan Kurtulmuş istemez. Ama bambaşka bir insana da dönüşmez herhalde. Öyle düşünüyor insan. Kurtulmuş, AK Parti ’de bir tür değişime yol açabilir mi?

“Bu yanlıştır, doğrusunu yapacağım” diyorsanız, bu emeğinizle kaza kaza gideceğiniz bir yoldur. Arkadaşım kusura bakmasın, birinin himmetiyle bir yere gelecek, orada bugüne kadarki düşüncelerini uygulayacak, olabilir mi? Güzel şeyler yapsın ben de isterim ama mantıklı değil. Yapacağı duble yolla da ben ilgilenmiyorum. Ben geçim korkusuyla, kula kullukla, yardım kuyruklarıyla ilgiliyim.

‘Müslüman sol’ diye özetleyebileceğimiz siyaset, entelektüel bir arayışı aşabilir mi? Bunun tabanı var mı Türkiye ’de?

Bizimki entelektüel bir hareket değil, teori falan çalışmıyoruz. Şimdilik öyle görünüyor olabilir. Bu Müslüman bir toplum ve bu toplumda hak, adalet, özgürlük arayışının tutması gerekiyor. Fakat din hep başka şeylerin aracı olarak kullanılmış. Sol da bu ülkeye hak, hukuk arayışı üzerinden değil, tuhaf biçimde yaşam tarzı üzerinden gelmiş. Bu iki tarafta bir tarihsel hata var. Bütün bu haksızlıklar, eşitsizlikler, taşeronlaşmalar bir Müslüman tarafından nasıl izah edilebilir? Biz edilemez diyoruz. Müslümanlığın içinde zaten olan bu arayışı örgütleyelim istiyoruz. Anlatacaksınız, insanlar dinleyecek. Bir nokta var, oraya kadar mücadele edeceksiniz. Karşılığını sonra görürsünüz. İnsanlar bizi anlamıyor, toplumda karşılığı yok gibi fikirlere inanmıyorum.

Peki HAS Parti o söz ettiğiniz noktaya geliyor muydu? Ne kadar uzağındaydı ya da?

HAS Parti ilk amacına ulaşmıştı. İktidar bizden rahatsız oluyordu, bu kesin. Tayyip Bey hep bu toplumu kimlikler, yaşam tarzları üzerinden bölerek iktidarını kurdu. Vesayet sistemini, 28 Şubat’ı gösterdi. Millet vasayetçilerin karşısında kimi görürse ona rey verdi, bu doğal ve alkışlanacak bir reflekstir. Fakat bunun sonuna gelindi. Tayyip Bey kendisi merkez oldu, devlet oldu. Daha da önemlisi Anadolu ’dan hak talebiyle yürüyen, içinde dindarlığın, Müslümanlığın olduğu dalga, hükümet oldu, şu oldu, bu oldu ve firavunlaştı, Karunlaştı. Mahalle bu şekilde bölünmeye başladı. Bizimkiler falan ama aşağıda 800 lira maaşla geçinen biri için nereye kadar ‘bizimkiler’? Aşağısı homurdanıyor, hissediyorum, değiyorum o insanlara. Dayanabilseydik, örgütleyebilseydik anlam kazanacaktı o homurdanma. İktidara endeksli bir iş yapmıyoruz ki. Yavaş yavaş olacaktı. Önemli bir eşiğe gelmişken, Tayyip Bey ustalığını kullandı. Hem vicdanını rahatsız eden bir odağı ortadan kaldırdı. Hem de oradan önemli bir aktörü bünyesine kattı. En büyük yarayı alacağı yerdi; yumuşak karnını geçmişiyle temiz, toplumun tanıdığı bir insanla telafi etmek istedi böyle.

Aşağıda görünmeyen bir homurdanmadan söz ediyorsunuz. Bir de ilginç geldiğinden herhalde, daha da görünür kılınan çoğu genç bir Müslüman kitlenin muhalefeti var. Mülkiyetin paylaşımı üzerinden konuşan, antikapitalizmden söz eden Müslüman kitle. Mesela onlar Erdoğan’ın bu ustaca oyununa gelir mi?

O gençlere ne yapıyorlar, “Bunlar marjinal”… Egemenlerin klasik yöntemidir. Tayyip Bey hep der ya “Bunlar ideolojik gruplar…” Bu kitlenin susacağı yok. Bakın, okumuş bir grup gençle Taksim’e çıkabilirsiniz. Güzel bir şeydir, rahatsız da eder. Ama bunu fabrikada çalışanlarla, tezgahtârlarla, tarladakilerle, cami cemaatiyle buluşturmanız lazım. Belki bunu bir süre ertelediler ama ok yaydan çıkmıştır. Cemaat, Milli Görüş kavgaları olacaktır ama bunlar iktidar kavgası. Esas kavga bu yarılmadan kopacak. ‘Sınıf’ deyince, solcusunuz diye marjinalize ediyorlar. Ama bunu mevcut klasik sol örgütleyemez. HAS Parti yapabilirdi. Maceraya atılacak değiliz, ama ne yapabileceğimize de bakacağız. Siyasi hareket olarak devam edeceğiz kaç kişiysek.

‘Küçük dilimi yutuyorum’

Saadet Partisi’nden sonra hemen parti kurulmasına karşıydım. İmkânlarımız, takatimiz buna el vermiyordu. İnsanlara derdimizi anlatalım, sonra parti kuralım istedim. Milli Görüş’ten gelenler kafalarını çok iktidara endeksli kurmuşlar. Azınlıkta kaldık. Seçimden sonra konuştuk. Demek buna şimdi ihtiyaç yokmuş, parti öncesi durumumuza dönelim, tabana inelim dedik. Fakat Numan Bey ve bazı arkadaşların psikolojisi “Bu iş olmuyor”du. Böyle bir paniğe kapıldılar ve Sayın Kurtulmuş’u seçimden sonra motive edemedik. Daha evvel iktidara gidemeyenler için son trendi bu. Beni çok rahatsız eden şeyler yaşandı. Mesela parti kurulmuş, adam sonra bir daha hiç gelmemiş. Olmuyor diye düşünmüş yahut şu makama gelemedi diye uğramamış. Küçük dilimi yutuyorum, o insan şimdi “Bu gidiş çok iyi” diye çıkıyor ortaya. “Tek başınıza olmaz, ekibinizle gitmeniz lazım” diyor. “Beni de götür” diyor yani. Sen nereden ekipsin? Geçen toplantıya gelmiş, ev sahibi gibi. İnsan utanıyor. İsim vermem, bir profesör kendisi.

‘Belki başbakan olur ama…’

Biz parti programı değil, manifesto yazdık. Numan Bey arkadaşımdır ama onun dışında bir ilke olarak orada kapılar arkasında hiçbir şey yapmayacağımızı söylemişiz. Bu, Numan Kurtulmuş’u benim nezdimde, yaptığımız siyaset anlamında Numan Kurtulmuş olmaktan çıkardı. Programımızda ‘itiraz ediyoruz’ dediğimiz şeyler yaşandı. Numan Kurtulmuş, demokrasiyi bir iktidar oyunu, arkadaşlarını, partisini bir araç olarak gören biri oldu. Belki başbakan olacak ama benim gözümde bunu oldu. Tamam, büyük oylar almış bir parti değildik ama oy oranından fazla etkisi olan bir partiydi. Önemli olan, “Hırsız Müslüman istemiyoruz” deyince karşı tarafı rahatsız eden, bir kesimin sığınacağı yerdi. Bu umudun ötelenmesi büyük bir vebal. Şimdi ne yapacaksın, Türkiye ’yi mi kurtaracaksın, beş misli duble yol mu yapacaksın?


***


''Bu kafa çözüme yetmez''

Diha’dan İbrahim Aslan ve Mehmet Şah Oruç

HAS Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Bekaroğlu, Kurtulmuş’un AKP’ye geçişini ve hükümetin Kürt sorununa yaklaşımını değerlendirdi.

“AKP’ye işledikleri bütün günahları hatırlatıyorduk. Bundan ciddi bir şekilde rahatsızlık duyuyorlardı. Böyle bir merkezin etkisini azaltmaya çalışıyorlar. Erdoğan, Kurtulmuş’u kendisini güçlendirecek bir araç olarak da gördü ve davet etti. Hükümetin kafası, anlayışı, kavrayışı, Kürt sorununu çözmeye yetmiyor. Kürtler ve diğerleri ile ortak olabilecek bir Türkiye, tasavvur etmiyorlar. Samimi olarak çıkacaksınız ayrımcılık yaptığınızı, bundan vazgeçtiğinizi ilan edeceksiniz.”

Erdoğan, Kurtulmuş’u araç olarak gördü
AKP değişim dinamiğini kaybetti. Özellikle Uludere, Suriye’de en son uçak krizi, cezaevi yangınında 13 insanın yanarak can vermesi, Samsun’daki TOKİ konutlarında çocukların boğulması ve bunlara karşı takındıkları tavır, Kürt meselesi ile geliştirdikleri yeni tarz. Bütün bunlar AKP’nin değişim dinamiğini kaybettiğini, devlet rengine büründüğünü gösteriyor.
 Numan Kurtulmuş’un Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın davetine verdiği yanıtı değerlendiren HAS Parti Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu, “Hem yapılan iş yanlış hem de yapma biçimi yanlış. Yanlışlarla yapılan hareketle de yeni Türkiye inşa edilemez. Eski Türkiye tekrar edilir gibi geliyor bana” diye konuştu. AKP’nin değişim dinamiğini kaybettiğine dikkat çeken Bekaroğlu, Ortadoğu’ya yönelik politikalarla AKP’nin bütün politikalarının olduğu gibi uluslararası politikalarının da çöktüğünü dile getirdi. Bekaroğlu, Kürt sorununda gelinen noktayı ise, “Şimdi bunlar az bir şey verecekler, pazarlık yapacaklar. İnsan haklarının pazarlığı olur mu kardeşim? Ben diyorum ‘bir lira alacağım var.’ Sen önce inkar ediyorsun, sonra diyorsun ‘gel 50 kuruşta anlaşalım.’ Batak paraları kurtarmak için böyle bir şey olabilir, ama insan haklarında böyle bir şey olabilir mi?” dedi.
 HAS Parti özgülünde yaşanan gelişmeler, Numan Kurtulmuş’un aldığı karar, AKP’nin ve Başbakan Erdoğan’ın HAS Parti’ye yönelik davetleri ile neyi amaçladıkları, AKP’nin Ortadoğu ve Suriye politikaları ile Kürt sorununda son dönemde yaşanan gelişmeleri dindar kesim içerisinde “sosyal adalet” çizgisiyle öne çıkan ve bu çizgisinden taviz vermeyen HAS Parti Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu’na sorduk.
Öncelikle Genel Başkanınız Numan Kurtulmuş’un AKP’nin davetine verdiği yanıtı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Halkın Sesi Partisi geçmişte değişik mecralarda hak, hukuk mücadelesi veren, sömürüye, kula kulluğa karşı çıkan insanları biraraya toplamış ve adalet, özgürlük, eşitlik imtiyazlarının ortadan kalkması gibi değerler üzerinde birlikte siyaset yapan bir siyasi partiydi. Sadece amaçlar değil, eyleyiş açısından da iddiaları vardı. Biz demokrasinin maalesef iktidarın bir oyununa dönüştüğünü görüyorduk. İnsanın, parti programlarının, ideolojilerin bu oyunu araçlar haline getirmesine itiraz ediyorduk. Bütün işler kapalı kapılar arkasında yapıldı. İnsanlar, sadece bir oy makinası olarak görüldü. Asla paydaş olarak kabul görmedi. Bunlara itiraz etmiştik. Böyle bir siyasi bir yapı kurmuştuk. Fakat, işte bu son günlerde herkesin şahit olduğu gibi Sayın Genel Başkan, bu sözleri söylememiş gibi, bir de çok ağır eleştiriler yapmıştı iktidar partisine. Bu ağır eleştiri yaptığımız partiye gitti. Oluyor, siyaset böyle bir şey. Siyaset eğer iktidar oyunu ise, Sayın Genel Başkanımızın yaptığı da bu oyuna dahil olmak. Görünen bu.

Genel Başkanınızın verdiği kararı kişisel olarak mı görüyorsunuz, yoksa arka plandaki siyasal bir gelişmenin ürünü mü?

Kişisel menfaat filan, o şekilde bir şey söylemem. Öyle değildir, ama burada Sayın Genel Başkan, hep kendisini bir şey olmak için kuran bir insan. Yakın vadede bir şey olunamadı. Zorluklar, işte seçim sonuçları, ekonomik problemler falan. Bütün bunlar sonrasında yaş da ilerliyor, buradan da davet var. Bir şey olma, hizmet gibi ihtimaller var diye gitti. Şimdi tabi bunu meşrulaştırıyor. Önce kendisine kabul ettirmek için ister istemez bu gibi şeyler biraz kutsanacak, büyütülerek meşrulaştırılıyor. O da öyle yapıyor. “Yeni Türkiye’yi inşa edeceğiz, birlikte güç diyoruz” gibi şeyler söyleniyor. İçeriye de “Milli Görüş yeniden kuruluyor” filan deniliyor. Bu yanlış bence. Cephe eski Türkiye’nin siyasetidir. Kapalı kapılar arkasında bu işler kotarılıyor. Yani hem yapılan iş yanlış hem de yapma biçimi yanlış. Yanlışlarla yapılan hareketle de yeni Türkiye inşa edilemez. Eski Türkiye tekrar edilir gibi geliyor bana.

Numan Kurtulmuş’a Başbakan Erdoğan’ın böyle bir çağrıda bulunmasının arkaplanında hangi amaçlar yer alıyor; bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir; biraz içerden muhalefet gördü. Muhafazakar çevre içinden sert muhalefetle karşılaşıyordu. İşledikleri bütün günahları hatırlatıyorduk onlara. Yanlışlıkları söylüyorduk. Bundan ciddi bir şekilde rahatsızlık duyuyorlardı. Böyle bir merkezin etkisini yok edemezler; ama azaltmaya çalışıyorlar. En temel amacın bu olduğunu düşünüyorum. İkincisi önümüzdeki dönemde hem kendi içlerinde hem de Türkiye’de ciddi bir iktidar kavgası olacaktır. Sayın Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmak istemesi, yapmak istemeyenler ile bir mücadeleye girecek. Sayın Erdoğan’ın AKP Genel Başkanlığı’nı bıraktıktan sonra AKP içindeki kavgalar, tabi bölgemizde olup bitenlerle de iç içe olarak farklı siyasal gelişmelerin olacağı görülüyor. Öyle tahmin ediyorum ki, Numan Kurtulmuş’u kendisini güçlendirecek bir araç olarak da gördü ve davet etti.

Peki bu arayış AKP’nin politikalarını olumlu yönde etkiler mi?

Bence, AKP değişim dinamiğini kaybetti. Özellikle Uludere, Suriye’de en son uçak krizi, cezaevi yangınında 13 insanın yanarak can vermesi, daha ondan önce AVM’de Esenyurt’ta çıkan yangında insanların yanması, Samsun’daki TOKİ konutlarında çocukların boğulması ve bunlara karşı takındıkları tavır, Kürt meselesi ile geliştirdikleri yeni tarz. Bütün bunlar AKP’nin değişim dinamiğini kaybettiğini, devlet rengine büründüğünü gösteriyor. Dolayısıyla eski Türkiye’ye döndü. Halbuki, her ne kadar Türkiye’nin yüzde 50’si AKP’ye rey veriyorsa bile bence bu toplum farklı bir Türkiye istiyor. Bu şekilde yol alamayacağını düşünüyor. Zaten AKP Türkiye’yi değiştirecek inancıyla AKP rey vermişti. Bundan sonra AKP içe kapanıyor bence ve devletleşiyor. Dolayısıyla bu AKP’yi kurtaramaz benim kanaatim.

Siz çeşitli iddialarla HAS Parti olarak yola çıktığınız. Sizin bundan sonra yapacaklarınız ne olacak?

Öteden beri söylediğimiz şeyleri söylemeye devam edeceğiz. Söylem ortada, sadece söylem değil bir de değiş biçimi de ortada, siyasete nasıl baktığımız ortada. Biz insanlarla ortak olarak, paydaş olarak, eşit olarak ve onlarla konuşarak bir şey yapıyoruz. Genel başkan ve AKP’ye giden ekip kapalı kapılar arkasında bir şey kotardılar. Biz açık olarak yapmaya devam edeceğiz. Bu söyleme bir kürsüydü HAS Parti. Şimdi bu kürsü etkisiz bir hale gelecek; ama biz başka kürsüler de inşa ederiz. Başka müttefikler de buluruz. Ve konuşmaya, bildiğimizi söylemeye, anlatmaya ve bunları eleştirmeye, rahatsız etmeye, bu sözü örgütlemeye devam ederiz.

HAS Parti ve AKP’nin durumuna ilişkin değerlendirmeleriniz bu şekilde iken, AKP’nin son dönemde özellikle Suriye ile yaşanan gerginliği de dikkate aldığımızda Ortadoğu politikalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Bence AKP’nin bütün politikalarında olduğu gibi uluslararası politikaları da çöktü. Özellikle Ortadoğu ile ilişkiler çok ciddi bir şekilde çöktü. Ahmet Davutoğlu’nun “sıfır sorun” politikası, bunlar çöktü. Türkiye “sıfır sorun” falan derken komşuları ile savaşacak noktaya geldi. Hatta bir bölge savaşına sebep olabilecek bir noktaya geldi. Şu uçak düşme krizindeki komikliklere bakın. Rezalet bu. Türkiye uçağının orada ne işi var. Kim düşürdü, düştü mü, düşmedi mi nedir bu? Çelişkili dünya kadar açıklama var. Dünyaya rezil oldular. Buradan nasıl çıkacaklar, bunları bildiklerini sanmıyorum. Davutoğlu, Sayın Başbakan, Suriye işinde baştan beri ciddi yanlışlıklar yaptı. Yani 2-3 haftada Suriye’nin Libya gibi devrileceğini filan düşündüler. Hiç okuyamadı. Suriye’nin Suriye’den ibaret olmadığını, Suriye’deki İran ve Rusya’yı göremedi. Ve maalesef Suriye halkının adalet ve özgürlük talebini kana buladılar. Sivil silahsız halk ayaklanmasını silahlandırdılar. Bugün şu kadar insan ölüyorsa bunda Suriye muhalefetini silahlandıranların da büyük katkısı var. Akan kandan sorumludurlar. Buradan zarar görmeden çıkmak için çırpınıyorlar. Rusya’ya falan gidiyor. Takip ediyoruz, bakalım ne yapabilecekler. Yani burada hükümetin, Ahmet Davutoğlu’nun yanlış öngörülerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yani bir kitap yazmış zamanında “stratejik derinlik” diye akademik fanteziler. Bu akademik fanteziler gerçek hayatla örtüşmez. Türkiye’ye çok büyük bir zarar veriyor bence. Bölge halklarına çok büyük bir zarar veriyor. Bu büyük bir yanlış, öngöremediler ve okuyamadılar. Batı’nın Suriye ile ne yapacağını göremediler maalesef. Ve Türkiye’yi büyük bir sıkıntı içine soktular. Kendileri de hükümet olarak çok zor durumdular diye düşünüyorum.

Kürt sorunu noktasında son olarak Diyarbakır’da DTK ve BDP’nin düzenlemek istediği mitinge getirilen yasak ve sonrasında ortaya çıkan fotoğraf, tıkanmanın üst boyutta olduğunu gösteriyor. Hükümet “Kürt açılımında” nereye gidiyor…

Vallahi bence hükümetin kafası, anlayışı, kavrayışı bu işi çözmeye yetmiyor. Kürtler ve diğerleri ile ortak olabilecek bir Türkiye tasavvur etmiyorlar. Burada problem var. “Bir şey verelim bu problemi çözelim” bu şekilde bu problem çözülmez. Samimi olarak çıkacaksınız ayrımcılık yaptığınızı, Türkiye’yi sıkıntıya soktuğunuzu söyleyeceksiniz. Bundan vazgeçtiğinizi ilan edeceksiniz. Bunun gereklerini yapacaksınız. Bunun için dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yok. Yani yapılacak anayasal güvencelerle, özür dilemelerle filan bu yolu açacaksınız. Sonra örgüt, ‘terör’ falan bunlar ayrı. Elbette bunu doğuran Kürt meselesidir; ama bunun çözümü başka şekilde ele alınır. Muhatap kabul edilir, oturulur konuşulur. Bir sürü örnekleri var. Şimdi bunlar az bir şey verecekler, pazarlık yapacak. İnsan haklarının pazarlığı olur mu kardeşim. Hakların pazarlığı olur mu. Ben diyorum bir lira alacağım var. Sen önce inkar ediyorsun. Sonra diyorsun “gel 50 kuruşta anlaşalım.” Böyle bir şey mi yani? Ticarette falan olabilir, batak paraları kurtarmak için böyle bir şey olabilir, ama insan haklarında böyle bir şey olabilir mi? Öncekiler de, Sayın Erdoğan da, AKP hükümeti de böyle bakıyor yani. İşte 50 kuruş vererek, Kürtleri bir liradan vazgeçirecek. Böyle komik bir şey. Bu açılım falan değil. Şu anda uygulanan politikalar da böyle. Size ne ya insanlar miting yapsın. Orada bir suç işlenirse tamam. Niye önlüyorsun sen mitingi. Suçu önledim, ne suçu, ne olacaktı. Daha evvel o meydanlarda dünya kadar miting yapmış bu siyasal hareket. Niye provoke ediyorsun, güç gösteriyorsun. Buna benzer dünya kadar yanlış yaptılar. Newroz’da yaptılar, başka zaman yaptılar. Yaptılar da yaptılar. Yanlış yapmaya da devam ediyorlar. Üstelik de bu yanlışları da takdim eden tuhaf bir adam var; İçişleri Bakanı. Tuhaf bir adam, anlaşılır gibi değil. Artık bu İçişleri Bakanı’nın densizliğidir, işte gaflarıdır izah edemeyiz biz bunu. Bu kadar ısrarla tuttuğuna göre, bu densizlik ise de Başbakan’ın densizliğidir, gaf ise Başbakan’ın gafıdır. Bu ne ya, buradan nereye gidecekler anlayamıyorum.

Yine Kürt sorunu ile bağlantılı olarak PKK Lideri Abdullah Öcalan’a uygulanan tecrit bir yılına yaklaşıyor. Ve Kürt sorununda Kürt siyasi çevreleri sorunun çözümü için Öcalan’ı adres gösteriyor. Bu duruma yönelik yapılması gereken nedir?

Şunu söyleyeyim; bu akan kanın akıtılmasının durmasına ve Türkiye’de birlikte yaşamanın anayasal ve reel şartların oluşmasına kim katkı sağlayabiliyorsa sağlasın. Öcalan da, kim varsa sağlasın, zaten daha evvel görüşülmüş. Bence orada örgütle, hakların müzakere edilmesi, pazarlığının yapılması da doğru değil. Yani haklar ortadır, bellidir. Bunları bugüne kadar gasp ettiğin için “özür” dileyeceksin. Ve hakları kabul edeceksin. Vereceğim vereceğim havası ile değil, ama Öcalan’ın durumu, örgütün dağdan inmesi, hakların verilmesine paralel olarak bu nasıl olacak bunlar teknik konular. Bunlar konuşulur edilir, ama bu süreçte Öcalan’ın katkısı varsa, ki var olduğu görülüyor çok açık bir şekilde. Bunun yöntemi bulunsun. Zaten görüşmüşler, ne oldu yani şimdi. Ne yapıyorsunuz? “Bu işi çözüyor musunuz yoksa zamana mı bırakıyorsunuz” diye sorarlar. Ve doğrusu ben de soruyorum.


Asef Bayat - Post-İslamcılık Nedir?

Asef Bayat'ın yazısı İslami Yorum'da Fatih Peyma çevirisiyle yayınlandı.




Post-İslamcılık Nedir?


Post-İslamcılık teriminin oldukça kısa bir geçmişi vardır. Bu terimi 1996’da, Post-İslamcı Bir Toplumun Ortaya Çıkışı[1] adlı kısa yazımda ortaya atmıştım. O yazımda Humeyni sonrası İran’ın tanık olmaya başladığı dini düşünceyi ve siyasi bakış açılarını, önemli sosyal eğilimleri (ki bu eğilimler 1990’ların sonlarında reform hareketleriyle iç içe geçmiş eğilimlerdi) açıkça dile getirmiştim. Benim deneme niteliğindeki yazım, sadece toplumsal eğilimlerle ilgiliydi. Aslında bahsettiğim yazımda kullandığım post-İslamcılık terimi sadece İran İslam Cumhuriyeti’nin gerçeklerine uygun düşen ve başka toplumlarla ve yerlerle alakası olmayan bir terimdi. Buna rağmen terim, özü itibariyle (pratikte, yaklaşım açılarında ve fikirsel anlamda) içerden ve dışardan İslamcılığın uğradığı değişimlere göndermede bulunuyordu.

O zamandan bu yana Avrupa’da bir kaç gözlemci, sık sık tanımlayıcı olarak, öncelikle Müslüman dünyadaki İslamcı militanların stratejilerinde ve hareketlerindeki büyük bir değişim olarak gördükleri şeyi adlandırmak amacıyla bu terimi kullandı. Münferit yazarlar tarafından farklı farklı kullanıldığı şekiller göz önüne alındığında terim, açıklayıcı olacağı yerde daha da kafa karıştırıcı bir hale dönüştü. Bazıları için, mesela Gilles Kepel[2]’e göre post-İslamcılık, İslamcıların cihat ve selefi görüşlerini terk etmeyi tanımlamaktadır. Olivier Roy[3] ise onu, İslamizasyonun özelleştirilmesi(burada bahsedilen İslamizasyon “devletin İslamizasyonu”nun zıddıdır) olarak algılar. Burada vurgu, İslamizasyonun içeriğinden daha çok nasıl ve nerede gerçekleştiğinedir. Başkaları ise onu tanımlamadan kullanmaktadır. Buna rağmen bu terim genellikle, bir dönemi ya da tarihsel bir sonu temsil eden analitik kategoriden çok deneysel  olarak anlaşılmış ve öyle takdim edilmiştir.

Terimin layıkıyla kavramlaştırılmaması ve yanlış algılanması sonucunda bazı tatsız tepkiler meydana geldi. Eleştirmenler, bazı militan İslami grupların görüşlerinde ve stratejilerinde önemli değişiklikler olduğunu tasdik etmelerine rağmen İslamcılığın sonu[4] hakkında genellemeleri isabetli bir tespitle, erken olarak değerlendirmişlerdir. Eleştirmenlere göre değişen şey, siyasi İslam değil, onun kendine özgü devrimsel yorumudur. Başkaları ise “post -İslamcılık belli belirsiz bir gerçeği değil, yalnızca İslami siyasetin bir yorumunu ifade eder” demişlerdir.[5]

Bana göre, büyük, etkili (ve çok boyutlu) bir hareket içinde somutlaşmış olan post-İslamcılık, hem bir durumu hem de bir projeyi temsil etmektedir. Öncelikle o, siyasi ve sosyal şartlara işaret eder. İslamcılar iktidarı normalleştirmeye ve kurumsallaştırmaya çalıştıkları süre içinde sistemlerin yanlışlıklarını ve yetersizliklerini fark ettiler. Sürekli denemeler ve hatalar, sistemi sorulara ve eleştirilere elverişli hale getirdi. Nihayetinde sistemi devam ettirmek için yapılan pragmatik girişimler, onun asıl ilkelerinin terk edilmesine yol açtı. İslamcılık, hem iç çelişkilerinden hem de sosyal baskıdan dolayı kendini yeniden dizayn etmek zorunda kaldı. Fakat bunun bedeli “niteliksel bir değişim”di. 1990’larda, İran’daki dini ve siyasi söylemdeki büyük değişim bu eğilimin en bariz özelliğidir.

Post-İslamcılık sadece bir durum değil, aynı zamanda bir proje ve bunun yanında sosyal, siyasi ve entelektüel alanlarda baskın olan İslamcılığın yöntemleri ve mantığı için ayrıntılı planlar oluşturmak ve kavramsallaştırmak için bilinçli bir girişimdir. Fakat post-İslamcılık ne İslam karşıtıdır, ne İslam dışıdır, ne de sekülerdir. Bilakis o, bağımsızlığı ve İslam’ı, inanç ve özgürlüğü, dindarlığı ve hakları birleştirmek adına yapılan bir girişimi temsil etmektedir. O, geçmişin yerine geleceği, sabit yazılı eserlerden ziyade tarihselciliği, bireysel otoriter ses yerine çoğulculuğu, görevler yerine hakları vurgulayarak İslamcılığın önde gelen ilkelerini tamamen değiştirme girişimdir. Post-İslamcılık bazı Müslüman aydınların alternatif modernite dedikleri şeyi başarmak için İslam’ı bireysel seçim ve özgürlükle, demokrasi ve modernite ile kaynaştırmayı hedefler. Post-İslamcılığın tanımı en güzel şekilde, dini gerçeğin tekelini kırmada, katılıktan gelen özgürlükte, seküler ihtiyaçları tanımlamada ortaya çıkmaktadır. Kısaca İslamcılık, dinin ve sorumluluğun kaynaşması olarak tanımlanırken; post-İslamcılık, dindarlığa ve haklara vurgu yapmaktadır.

İslam’ın demokratik ideallere cevap verip vermediği öncelikle yukarıdaki bakış açılarını savunanların toplumda ve devlet içerisinde siyasi egemenliklerini tesis edebilip edemeyeceklerine bağlıdır. 1970’lerden beri Mısır’da ve İran’da sosyo-dini hareketlerin tarihçesi, İslam’ı demokratik ya da anti demokratik yapma siyasetinin ardındaki güçlerin, şartların, mantığın analizini yapmak için uygun bir zemin sunmaktadır. İran’da, 1979’da gerçekleşen İslam devrimi ve İslam Cumhuriyetinin kurulması toplum ve devlet içinde İslamcılığı aşmayı hedefleyen muhalif hareketlerin yükselişi için gereken şartları oluşturdu. 1988 yılında Irakla savaşın bitimi, 1989 yılında Humeyni’nin vefatı ve başkan Rafsancani’nin savaş sonrası yeniden inşa programı, post-İslamcılığa doğru bir dönüm noktası oldu. O kendini, şehir yönetimi, feminist uygulama, teolojik bakış açısı, sosyal ve entelektüel eğilimler ve hareketler gibi çeşitli sosyal uygulamalarda ve fikirlerde belli etti. Gençler, öğrenciler, kadınlar ve dindar aydınlar ve pek çok devlet çalışanı demokrasiyi, bireysel hakları, hoşgörüyü, cinsiyet eşitliğini talep ettiler. Fakat bunun yanında dini hassasiyetlerini de tümüyle terk etmediler. Böylece sıradan insanlar tarafından günlük direnç ve mücadele; dini düşünürleri, ruhani elitleri ve siyasi aktörleri büyük ölçüde paradigmatik değişime gitmeye mecbur etti. Birçok eski İslam devrimcisi eski düşüncelerinden vazgeçtiler. Dine dayalı bir devlet anlayışının tehlikelerine karşı insanları uyardılar. İslami devletin hem içinden hem de dışından gelen muhalefet İran’ın sekülerleşmesi için çağrıda bulunurken, aynı zamanda toplum içinde dini etiğin sürdürülmesini gerektiğinin de altını çizmekteydiler.

Fakat Mısır, farklı bir yol izledi. İslami bir devrim yerine orada, kutsal metinlere sıkı bir bağlılık, ataerkil eğilim, popülist bir dil, muhafazakar ahlaki bir vizyon ile her yana yayılmış İslami bir hareket gelişti. 1990’ların ilk yıllarına kadar, davet ve dernek faaliyetleriyle İslami hareket, devlet kurumlarında da kendine bir yer edinerek sivil toplumun büyük bir kesimini ele geçirdi. İslami hareket, Mısır’ın seküler rejimini değiştirememiş olsa da, hem toplum üzerinde hem de devlet üzerinde kalıcı izler bıraktı. Bu İslami hareket tarzı her bir yanı kuşatmıştı ve bu yüzden aydınlar, yeni zenginler, El-Ezher ve iktidardaki elitler de dâhil olmak üzere Mısır toplumunda başlıca aktörler, yerelcilik (nativizm) dili ve manevi değerler sistemi etrafında bir araya geldiler ve şiddetli bir şekilde eleştirel sesleri, yenilikçi dini düşünceyi ve demokratik reform için talepleri tecrit ettiler. En sonunda, yayılan İslamcılığın tehdidi altında olan otoriter devlet, Mısır’ın “pasif devrim”ini yapılandırmak için ulusal hassasiyet, düşünce ve muhafazakâr dindarlık görüşlerini benimsedi. Bu İslami pasif devrim, kontrollü bir yeniden yapılanmayı temsil etmiştir ki, bu yeniden yapılanma içinde devlet (değişimin gerçek hedefi olan) tamamen işbaşında kalmayı başarabildi. 2005 yılında daha yeni oluşmaya başlayan demokrasi hareketi (Kifaye [Yeter!] hareketi) siyasi iklimde birkaç değişikliğe dikkat çekmiş olmasına rağmen; siyasi yapı, otoriter; dini düşünce, durgun ve kişiye özel; yöneticiler sınıfı, yerelci (nativist) kaldı. Mısır’da çok az şey, İran’ın post-İslamcı yörüngesini andırıyordu.

Post-İslamcılık sadece İran’a has bir olgu mudur? İslam devrimi 1980’lerde diğer Müslüman ülkelerde benzer hareketleri teşvik ederken, İran’ın post-İslamcılık deneyimi, bazı İslamcı hareketler arasında (örneğin Tunus’taki Raşit-el Gannuşi tarafından yönetilen İslam partisi gibi) ideolojik bir değişime katkıda bulundu. Yine de 1990’ların ilk yıllarından beri, iç dinamikler ve küresel güçler, İslam dünyasında bireysel hareketler arasında post-İslamcılığı körüklemede büyük bir rol oynadı. 1990’ların ilk yıllarında, hareket içinde ayrılışa sebep olan Lübnan Hizbullahının çoğulcu stratejisi; hem militan İslamcılara hem de İhvan’a bir alternatif olarak ortaya çıkmış Mısır’daki el vasat partisinin 1990’larda ortaya çıkışı; Türkiye’de Refah, FaziletAK Parti gibi dini partilerin kapsamlı politikaları ve icraatları; Hindistan’da Cemaat-i İslamiye’nin içinde daha kapsayıcı, çoğulcu, belirsiz ideolojik eğilimlere doğru gerçekleşen söylem değişikliği[6]; 1990’ların sonunda Arabistan’da ortaya çıkan[7], İslam ve demokrasi arasında bir uzlaşma arayan İslamcı-liberal eğilim; bütün bunlar, günümüz Müslüman ülkelerde post-İslamcı eğilimlerin işaretleridir. Gülen ve taraftarları, dini görüşleri benimserken demokrasiyi, hoşgörüyü, milliyetçiliği, modernizmi destekleyen siyasi bir hareket meydana getirmeye çalışmaları, bu saydıklarımız arasında tipik bir örnektir. Bütün bu örneklerin her birinde post-İslamcılık (değişen derecelerde de olsa); evrensellik fikriyle dolu İslamcı dünya görüşünden, “sadece benim anladığım din anlayışı doğrudur” tekelci mantığından, dini dışlayıcılık (exclusivism) düşüncesinden; hareketin ilkeleri ve uygulamaları içerisinde tavizin, ilavenin, çok sesliliğin ve çok anlamlılığın kabullenilmesine doğru bir yönelmeyi ifade etmektedir. Şunu söylemeliyim ki İslamcılık ve post-İslamcılık kavramları, başlıca değişimi, farklılığı ve değişimin kökenini işaret edecek kavramsalalanlar olarak hizmet ederler. Fakat gerçek dünyada pek çok Müslüman her iki söylemin görüş açılarına, özgürce düşünmeden ve hepsi bir anda bağlanmaktadırlar. Fakat bir eğilim olarak post-İslamcılığın ortaya çıkışı, İslamcılığın tarihsel sonu olarak görülmemeli. Bilakis İslamcı deneyimden neşet etmiş niteliksel olarak farklı bir söylem ve siyasetin ortaya çıkışı olarak değerlendirilmelidir. Aslında biz, hem İslamcılığın hem de post-İslamcılığın aynı anda gerçekleşen işleyiş usullerine şahit olabilmekteyiz.

Değişen derecelerde post-İslamcı hareketler, dini ve siyasi dili değiştirmede başarılı olmasına rağmen, henüz Müslüman toplumlarda otoriter siyasi düzeni değiştirebilmiş değiller. İran’ın post-İslamcılığı, 2000 yılının başlarında gerçekleşen denemelere rağmen İslam Cumhuriyetini tamamen demokratikleşmede başarılı olamadı.

Onun siyasi reform projesi (ki Müslüman Orta Doğu’da, yerel bir demokrasi modeli olmaya hazırdı), reform hareketini engellemeye çalışan iktidardaki ulemanın baskıcı gücü ve reformistlerin kendi hataları yüzünden sekteye uğradı. Başka bir deyişle, Müslüman toplumlarda demokratik hükümetlerin önündeki engellerin dinle çok az bir ilişkisi vardır. Onlar, iktidarı elinde tutanların maddi ya da maddi olmayan çıkarlarına daha sıkı bağlıdır. O zaman; sosyal hareketler, Müslüman çoğunluğun yabancı hâkimiyet tehdidi, İslamcı muhalefet; otoriter hükümetler arasında hapsolup kalmış olan Orta Doğu’da ne ölçüde siyasi değişim meydana getirebilir?

Söylemsel bir değişim, tek başına, gerçek bir kurumsal dönüşüme sebep olmak için yeterli değildir. Hareketlerin, siyasi gücü alt etmesi gerekmektedir. Fakat nasıl olacak da şiddet yanlısı olmayan sosyal hareketler, baskıcı devletin gücüyle baş edebilecek? Son bölümde de belirttiğim gibi, her yana yayılmış sosyal hareketler, bir baskı altında kaybolup gidecek söylemlere sahip değildirler. Bilakis onlar, inişleri ve çıkışları olan, değişim ve faaliyetleri uzun süreye yayılmış çok yönlü süreçlerdir ve sürekli “ileriye doğru bağlantılar”[8]asahipolduğunda, ilk fırsatta halk seferberliğini yeniden canlandırabilecek durumdadır. Kültürel üretimleri sayesinde bu hareketler, devletleri ve siyasi elitleri; toplumun hassasiyetleri, idealleri, beklentileri yönünde yeniden yapılandırabilir ve sosyalleştirebilirler. Devletin sosyalleşmesi, Müslüman toplumlarda demokratik bir dönüşümü desteklemek için aktif vatandaşlığın ve sosyal hareketlerin etkisini anlamada bir ipucu verebilir.

İran’ın post-İslamcı stratejisi, “ana-akım Mısır İslamcılığı”nın 1980’lerde üstlendiği şeyi yansıtmaktadır. Mısır’da İslamcı reform (ki bir bakıma, her yönüyle devlet kapısını hedeflemişti) sosyal seviyede harika sonuçlar elde etti. Hükümet; baskı ve benimseme karışımı ile misilleme yaptığında Mısır, Gramsci’[9]nin “pasif devrim”[10]ini tecrübe etmiş oldu. Bu pasif devrim; entelektüel ve İslami düşüncede durgunluk, siyasi kapalılık ve İslamcılık düşüncesinin yok olmasıyla meydana gelmiş bir devrimdi. Böylece, Mısır’da İslam ve demokrasi arasındaki ilişkinin dinamikleri, İslam Cumhuriyetinde olandan radikal olarak farklılık gösterdi. Mısır, toplumun derin bir İslamizasyonuna maruz kalırken; İran, post-İslamcı dönüşümü tecrübe etti. Fakat her iki ülkede de sosyal hareketler, siyasi rejimleri radikal olarak değiştirmede başarılı olamadılar.

Sosyal hareketler, devleti ve siyasi elitleri toplum hassasiyetlerine doğru ne şekilde değiştirebilir? “Müslümanlar, eğer ‘varoluş sanatı’nı tam öğrenirlerse kapsamlı siyaset ve ahlaki düzen için çağrıda bulunan, kesintisiz bir hareketi gerçekleştirebilirler.” diyerek yazımı sonuçlandırıyorum.


[1]  Yazının orijinali için bkz. https://openaccess.leidenuniv.nl/bitstream/handle/1887/9768/12_606_020.pdf?sequence=1
[2]  1955 doğumlu Fransız akademisyen Gilles Kepel; Arapça, İngilizce ve felsefe öğrenimi görmüş, siyasal bilimler ve sosyoloji dallarında doktora yapmıştır. Uzmanlık alanı İslam ve Arap dünyası olan Kepel, halen Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde öğretim üyesidir. Türkçedeki eserleri şunlardır: Fitne: İslam’ın Merkezinde Savaş (Doğan, 2006), Bir Şark Savaşı Güncesi (Doğan, 2002), Cihat: İslamcılığın Yükselişi ve Gerilemesi (Doğan, 2001), Peygamber ve Firavun (Çizgi, 1992).
Kepel, “Jihad: The Trial of Political Islam” adlı kitabında bu terimi radikal İslam’dan, cihattan, selefi görüşlerden uzaklaşmış, demokrasi ve insan hakları adına mücadele eden Müslümanlar için kullanmaktadır.
İranlı yazar Ferhad Khosrakhavar (The Islamic Revolution in Iran: Retrospect after a Quarter Century, Thesis Eleven, vol. 76) ise bu terimi Abdulkerim Suruş için kullanmaktadır. (Çev.)
[3]  Oliver Roy, 1949 yılında doğmuştur. Fransız siyaset bilimcisidir. Daha yakından tanımak için Türkçeye çevrilmiş şu makalesine bkz. (Çev.)
http://www.timeturk.com/tr/2011/02/17/oliver-roy-bu-bir-islami-devrim-degildir.html
[4]  Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. “Wishful Thinking, Present and Future”, Diaa Rashwan http://www.mediamonitors.net/diaarashwan4.html
[5]  Ayrıntılı bilgi için bkz. Salwa İsmail. http://www.scribd.com/doc/22809819/Ismail-Paradox-of-Islamist-Politics
[6]  İrfan Ahmed, From Islamism to Post-Islamism: Jama’at-i Islami of India (İslamcılıktan Post-İslamcılığa: Hindistan Cemaat-i İslamisi) [Türkçeye Açılım Kitap tarafından çevrilmektedir]
[7]  Daha fazla bilgi için bkz. Stephane Lacroix, (A New Element in the Saudi Political-Intellectual Field: The Emergence of an Islamo-Liberal Reformist Trend)
[8]  İleriye doğru bağlantı (forward linkage), müşterilerle üreticiyi birbirine bağlayan dağıtım zinciri. (Çev.)
[9]  Antonio Gramsci (1891-1937): İtalyan düşünür, siyasetçi ve sosyalist kuramcı. (Çev.)
[10]       Cihan Tuğal’ın, Koç Üniveristesi Yayınları’ndan çıkan “Pasif Devrim” kitabı, bu konunun Türkiye’deki yansımalarını irdelemektedir. Kitabın arka kapağından bir alıntı şöyledir:
Pasif Devrim, İstanbul’un bir zamanlar radikal Müslüman ilçelerinden Sultanbeyli’nin “ılımlı İslam”a dönüşümünü anlatıyor. Bu mahalledeki hayatın zengin bir etnografisini sunan bu kitap İslami aktivistlerin nasıl örgütlendiklerini, 28 Şubat sürecinde nasıl geri çekildiklerini ve AKP tarafından nasıl massedildiklerini anlatıyor. Tuğal, gözlemlerini Mısır ve İran örnekleriyle de karşılaştırarak Türkiye örneğini genel tarihsel bir bağlama da oturtuyor ve İslami politikaların, neden başka yerlerdeki laik kapitalizmlere benzer bir şekilde entegre olmadığı sorusunun yanıtını arıyor.

Friday, July 20, 2012

Mehmet Efe (1998) - Amerikan Elçisi Meclis Başkanı Olsun!

'Mızraksız İlmihal'i okumayan kaldı mı? AKP dünyasına gözlerini açmış genç arkadaşlar bırakın Mehmet Efe'yi Seyyid Kutub'dan dahi bihaber. Türkiye'den ayrılmadan önce, kurucusu olduğu Ülke dergisinde yayınlanan son yazısıyla başlayalım.

Amerikan Elçisi Meclis Başkanı Olsun!


Mideme kramplar giriyor.

Bana bu kadar keskin olma diyorsun. Biraz uyumlu ol, biraz dolaylı, biraz akıllı ol diyorsun. Bir şebekeye dahil ol.

Ama ben bu ciğeri yiyemem. Midem biraz tuhaf olabilir ama böyle.

Bu ciğere beş para veremem. Verebileceklerimi bu ciğer karşılayamaz.

Uzanamadığım için değil, görüntüsü ve kokusu midemi bulandırdığı için.

Bu ciğer gürbüz ama çocuk emziren göğüsleri pelteye çevirerek kanla besleniyor, bu ciğer gerçek ama yalanla besleniyor. Açlıkla, sürgünle, karanlıkla, ihanetle, fesatla, savunmasız bırakarak. Herşeyi dolayıma alıp çöplüğe çeviriyor, metaforlar kedilere yol açıyor. Ciğerin yediğini görüyorum kedileri, kediler van kedisi, gözleri iki renkli; kediler siyam kedisi ikiyüzlü kediler. Metaforlar zehirlerken sokak kedilerini; tilkiler, sırtlanlar, aşılı kediler şebekeler halinde kurdun ciğerine akıyor, Mideme kramplar giriyor. Ben bu ciğere kurtların ciğeri diyorum. Kurtları görüyorum, omuzlarında akbabalar, kartalları tutsak etmiş ciğeri parlatıyorlar. Tükürüyorum.

Yalana yalan diyorum, şarlatana şarlatan. Düzenbaz diyorum düzenbaza, zalime zalim diyorum; copa cop süngüye süngü, açlığa açlık, ahlaksızlığa ahlaksızlık diyorum.

Tükrüğümü büyütüyorum.

Şeytan'ın sarayında hummalı bir çalışma var. Humma bulaşmasın diye uzaktan izliyorum. Ortaya açılıyor mühürler ve dosyalar.  Şu son obsiyonu bir görelim diyorlar. Epeydir uslanmış görünüyor.

Ve seni görüyorum sarayın merdivenlerinde Halılara huşuyla basıyorsun. Bir telsiz dileniyorsun, Allah rızası için bir telsiz! Allah'ın parmağı yok ki gözüne soksun. Teşkilatın üyesi değil ki nereye adamım diye sorsun.

Allah bize çalışıyor diyorsun.

Allah'ın Şeytan'ı da kuşattığını biliyorsun.

Allah’ın adıyla büyüttün komplekslerini.

Sen sarayın ışıklarını ne sanıyorsun?

Gözlerinde yansıyan pırıltılar ayaklarını dolaştırdı. Geçtiğin, dokunduğun her yere yansıyorsun. Tanıdığın herkese bulaştırıyorsun.

Bulaştırdıkların da kuşatıyor seni. Telaşla paldır küldür koşmandan belli.

Besbelli seni kuşatacakları.

Şeytan seni dansa kaldıracak adamım. Bırakacaksın bu ayaklan.

'Büyük Şeytan' okşuyor komplekslerini.

"Benim huysuz çocuğum, rahatla" diyor.

"Bak ben sana terlik pabuç alacağım. Seni ihmal eder miyim?

Uydular ve bizim çocuklar şort'unun dialarını getirdiler.

Yeteneklisin, potansiyelin iyi ama biliyorsun yeterli gücün yok

Biz herkesle iş yaparız. Potansiyelin iyi...

Hadi biraz çalış bakalım. Biraz temizlik yap. Her sabah şu müshilden bir tane al."

Adliye sarayını yeşile boyuyorlar. Hakiyle yeşilin randevusu var. Sarayın bodrumunda açlık grevleri, tecavüz, manyeto ve tazyikli su. Ölü ele geçirilmiş bir bedenden çuvala doldurulup imha edilmiş gözaltı kayıpları. Ama yeşile boyuyorlar adalet terazisini. Terazinin kefelerinde onur ve ayrıcalık. Bağımsızlık ve squash!

"Herşeyin bir zamanı ve herkesin bir sırası var çocuğum. Şimdi sıra sende, ne istiyorsun."

"Değişim istiyorum!"

"Demek güç istiyorsun çocuğum. Al şu telsizi, mandala bas talimat ver."

"Adalet istiyorum!"

"Sen de beğeniyor müsün adalet hanımı? Merak etme teraziyi sentetik olarak ürettik. Kolay kolay yırtılmaz. Al bir kez de sen ırzına geç. Hevesini al çocuğum."

''Güvenlik istiyorum!"

"Çekiç seni bekliyor çocuğum, kafanı geçir şurdan. Bir baltaya olmadıysan bir çekice sap oldun, öpüp başına koy çocuğum.

Bak Avrupa'ya, İranla aranı açmaya çalışıyor. Senden iyi asker olur biliyorlar çocuğum.

Mıntıkayı temizle yavrum. Lojistik hazırla. Köylü milletin efendisi değil mi çocuğum, onun mübarek ellerine çapa ne gerek, kalaşnikof daha iyi yakışmaz mı çocuğum. Köylülerini geri çağır, kadınlar lojistik için çalışsın, erkekler korucu olsun. Köylüye kalaşnikof; sana kolalı gömlek, makam otosu, yanar döner ışık, Cuma vakitlerinde sarayda hutbe yayını da yaptın mı sandık emrine amade, daha ne istersin çocuğum?

Yâlnız Atatürkçülere dikkat et çocuğum. Meclisin Kuva-i Milliye tarafından kurulduğundan dem vurabilirler. Ne de olsa Avrupa bizden daha eski buralarda. De ki öyleyse biz neden savaşı Yunanlılarla yaptık da barışı İngilizlerle yaptık?

Ama aynı gemideyiz çocuğum, biraz asbestin zararı olmaz, çalış. Herşeyin bir bedeli var. Bugün bana biraz daha fazla yarın sana. Kazancını biriktirirsin, tâhkimat yaparsın, kadrolar filan...”

Kulaklarıma kramplar giriyor.

Gördüklerime inanamıyorum.

Ödediğin bedele inanamıyorum, inanamıyorum.

Yakında sıranı savarsın adamım. Tokmak başına geçer, boynun bükülür.

Önüne atılmış telsiz parçalarıyla, sana kondurdukları kuşatılmış konaklarda, sıkıntıdan patlayacaksın.

Komplekslerin de terk edecek seni.

İftar baloları saygı duruşları, resepsiyon, limuzin.  Kütüphanenin raflarında telaşla bir şeyler arayacaksın. İnfak, tasadduk, sâlih amel, adil, milli gibi okuyacak birşeyler,

Tozlar silmiş olacak yazılan. Faiz, repo ve kaynak olacak son sözcüklerin.

Ve saray yeniden yakacak ışıklarını.

Seni iyi tanırım.

Acılarım ve hınçlarım üstüne kurduklarını. Ellerine topladığın potansiyeli, merdivenleri çıkaran çarkıfeleği, tam otuz yıl yüreğimde emzirdim.

Yüreğime kramplar giriyor.

Ele geçirdiğini sandığın, kolunu alacak.

Elini uzak tut benden.

Birşey istemem senden adamım.

Seni azlediyorum.

Çığlığa çığlık diyorum, zorbalığa zorbalık. İkiyüzlülüğe ikiyüzlülük adamım.

Ve yüreğimden emerek yükselttiğin yaltağa Sâmiri'nin buzağısı diyorum.

Boyun eğen, tevil eden, kınlan kolu yen içinde gizleyen günlerime kahrediyorum.

Dersimi alıyorum adamım, üstü kalsın.

Üstü kalsın objektif, provokatif, reaktif, acilci...Üstü kalsın istihbarat, bakanlık, müdürlük, cezaevleri.

Umuda, umut diyorum, hayale aşk diyorum. Ben "ajitatif" çiçeği aramaya devam ediyorum.

Firavunun sarayını yeşile boyuyorlar

Musa'dan kalan fundamentalist kalemimi biliyorum.

Allah'tan başka ilah yok diyorum, Allah'ın adıyla dikilmiş de olsa...

Hasbinallah ve ni'mel vekil!

Atasoy Müftüoğlu - Tarihsel Zamanları Etkilemek

''Bizleri Müslümanca var olmaktan alıkoyan şey teslimiyetçiliklerimiz, muhafazakârlıklarımızdır'' diyor Atasoy bey, buyrun

Tarihsel Zamanları Etkilemek



Günümüz dünyasında neoliberal söylemin diktatörlüğü hiç bir biçimde tartışılamıyor, sorgulanamıyor, reddedilemiyor. Bütün toplumlar, İslam toplumları da, bu söylem tarafından tanımlanan tarihsel gerçeklikle uzlaşıyor. Yerel diktatörlüklere karşı ayaklanan kitleler, küresel diktatörlüğe boyun eğiyor. Tarihten dışlananlar; kendilerini tarihten dışlayan zihniyetle, model'le uzlaşarak, bu zihniyete yaslanarak, tarihe dönmeye çalışıyor. İsyanların, ayaklanmaların tarihi harekete geçirdikleri, tarihi hızlandırdıkları hatırlanması gereken bir gerçektir. Bütün isyanların, ayaklanmaların kaynağı zalimlere karşı yükselen öfke ve nefrettir. Diktatörlükler karşısında hayatlarını tehlikeye atma noktasına gelenleri takdir etmeli, ancak, ayaklanmaların/isyanların hangi yönde ilerlediğine ilişkin eleştirilerimizi de mahfuz tutmalıyız. Sömürgeci dil, sömürgeci siyaset, sömürgeci ekonomi, sömürgeci kültür karşısında "uzlaşı"dan, "ittifak"tan söz etmek, Müslümanlar olarak çaresiz bir durumla karşı karşıya bulunduğumuzu gösterir.

İslamî varoluşumuz kendi dilimiz, kendi kurallarımız ve kendi amellerimizle anlam kazanır. Kendi amellerimiz dışında dayanabileceğimiz, umut edebileceğimiz başka bir yardımcımız yoktur. Amellerimiz bütün bir yüreğimizle isteyerek ve bilinçli olarak yaptığımızda değer kazanır. İslamî varoluşumuzu ancak, İlahi modelin zaman ve mekânda gerçekleştirilmesi, hayatın ve tarihin bu doğrultuda şekillendirilmesi uğraşısı vererek somutlaştırabiliriz. Müslümanların tarihe karşı kayıtsız/ilgisiz kalmaları düşünülemez. Her Müslüman, içerisinde yaşadığımız dünya sorunları etrafında çözümlemeler yapmakla yükümlüdür. Müslümanlar için inziva/münzevilik söz konusu olamaz. Münzevilik bir tür benmerkezciliktir. Nefs terbiyesi İslamî bir mücadele için yapıldığında bir değer ifade eder, bireysel bir amaç için değil.

Bizler Müslümanlar olarak, hayatımız boyunca yüklendiğimiz sorumluluklarla, ürettiğimiz içerik ve eylemlerle tarihi belirleriz. Allah'ın (c.c.) iradesini tarihe yansıtacak bir bilinci, bir duyarlılığı, ahlakı, çabayı, mücadeleyi, eylemi, içtenlikle, kararlılıkla, cesaretle sürdürmediğimiz takdirde, İslamî ilgilerimizin, ibadetlerimizin bir değer taşımayacağını bilmeliyiz. Zamanı ve mekânı İlahi model doğrultusunda dönüştürebilmemiz için güçlü ve etkili özneler olmamız, üretken, dinamik ve eleştirel bir bilince sahip olmamız gerekir.

İlahi iradenin yeryüzünde en güzel şekilde ifadesi olabilmek için, ahlaki çaba ve ahlaki eylemle bütünleşebilmeliyiz. Eşrefi mahlûkat olan insana evrensel sorumluluklar yaraşır. Allah'ın (c.c.), insanın ve hakikatin birliğini temsil konusunda bulunan Müslümanların sınır tanımayan bir bilgi, bilinç, ufuk, sorumluluk ve bilgelik içerisinde bulunmaları iktiza eder. En mükemmel aklilik, en mükemmel ahlakilik, tevhidi duyarlılığa dayalı bir varoluşu gerçekleştirmekle başlar.

Hayat, başta kendimizi, daha sonra dünyayı ilahi ölçütler doğrultusunda dönüştürme mücadelesidir. İnsani nitelikler evrenseldir, bu konuda hiç bir ayrımcılık yapılamaz. İslamî evrenselcilik bütün farklılıkların üzerinde, bütün farklılıkları içeren, kuşatan, bütünselleştirici bir evrenselliktir. Seküler bir mutlakçılık olarak yapılandırılan ve bütün dünyaya dayatılan Avrupamerkezci Aydınlanma sahte bir evrensellik oluşturmaya çalıştı. Sömürgeci Aydınlanma aklı bugün büyük bir kriz ve kaos içerisinde bulunuyor.

Dünyaya, tarihe, zaman ve mekâna kayıtsız bir İslamî algı düşünülemez. İlahi irade, ilahi bilgi, değer/ölçü içerisinde yaşadığımız dünya/zaman/mekân için gereklidir, zorunludur. Tarihin ve zamanın dışında dondurulmuş bir zihniyetle zaman/mekân dönüştürülemez, gördüğümüz ve yaşadığımız üzere dönüştürülemiyor. Zamanın ve mekânın dondurulması büyük ölçüde tarikatların dini hayata girişleriyle birlikte başladı. Senusilik dışında (Cezayir-1837) bütün tarikatlar (Kadirilik-Rifailik, Mevlevilik, Nakşilik-Şazelilik gibi) tarihe, tarihsel olaylara, çözümlemelere karşı büyük bir ilgisizlik içerisindeydiler. Tarikatlar tarihinde ilk ve son kez Senusilik toplumcu bir tasavvuf hareketi olarak şekillendi. Senusilik İslam'ın bütün boyutlarını içeren siyasal tavrı ve tarzı olan tasavvufi bir hareketti. Sufiliğin İslam'la uzlaştırılmasını Gazali sağladı. Tarikatlar bugün olduğu gibi her zaman duygusal ilgiler ve ufuklar içerisinde faaliyet gösterdiler. Aziz İslam Ümmeti'nin tarihe ve geleceğe dönüşü için kayda değer, her hangi bir katkıda bulunmadılar. Tarikatlar; bugün, bugüne ait olmayan bir dünyada yaşıyor, bütün koşullarla uzlaşıyor. Her uzlaşma bir eylemsizlikle ve düşüncesizlikle sonuçlanıyor.

Uzun soluklu mücadeleler çok güçlü bağlılıklar, cesur ve yürekli çabalar ister.

Bir çıkış yolu bulabilmek için yeni bir kültür oluşturmak, yeni bir düşünce sistemi kurmak gerekir.

Bizleri Müslümanca var olmaktan alıkoyan şey teslimiyetçiliklerimiz, muhafazakârlıklarımızdır.

Muhafazakâr/geleneksel kültürler yeni yorumlar, yaklaşımlar için, hiç bir zaman hazır değildir.

İslam toplumlarında, özellikle de Ortadoğu'da yaşanan gerilimler, isyanlar vesilesiyle İslam'ın asli bir güç olmaktan çıkarıldığını ve yedek bir güce dönüştürüldüğünü görüyoruz. Bu toplumlarda daha çok ulusal talepler, beklentiler ve umutlar üzerinde yoğunlaşılıyor. Ulusal çıkarlar için İslam bir meşrulaştırma aracı haline getiriliyor. Batı'da demokrasilerin çok ciddi bir biçimde sorgulandığı bir dönemde Arap-İslam toplumlarında "demokrasi" talepleri yükseliyor. Bir diğer yanda, emperyal bir proje, İslam toplumlarında mezhep farklılıklarını kışkırtıyor, İran'ı ve bölgedeki bütün Şii unsurları yalnızlaştırmaya çalışıyor. İran karşısında, Türkiye'nin ve Suudi Arabistan'ın rolü güçlendiriliyor. Şii'liğe karşı olması koşuluyla Sünni hareketlerin yükselişine katkıda bulunuluyor.

Batı dünyası paradigma savaşlarını, mücadelesini bağnazca ve ısrarla sürdürüyor. Hemen her ülkede, hemen her konuda, her türlü soruna, modern-seküler-liberal demokrasilerin sınırları/mantığı içerisinde yanıt aranıyor. Müslümanlar olarak bağımsız bir İslamî model, ikna edici bir program ortaya koyabilmiş değiliz. Yeni bir dil, söylem, yapı oluşturmak yerine, modern-seküler yapılara uyum sağlama arayışı içerisinde bulunuyoruz. Müslümanlar dışlandıkları tarihe dâhil olabilmek için "demokrasiler"den yardım umuyor. Dünya sistemi büyük bunalım, gerileme ve çöküş içerisinde, ancak, bu sistemin yerini nasıl bir sisteme bırakacağı, nasıl bir paradigma geliştireceği bilinmiyor.

Toplumlarımızda yüzleşmeye cesaret edemediğimiz yapısal sapmalar yaşanıyor. Tevhid algısını, bilincini, ümmet algısını, bilincini açıkça tehdit eden gelişmeler tarafından kuşatılıyoruz. Bütün insanlığı/Ümmeti kuşatmayan bir yaklaşım İslamî olduğunu iddia edemez. Hayatın kimi boyutlarıyla sınırlı, parçacı, bütünlükten yoksun her faaliyet İslamî olma özelliğini kaybeder. Irk merkezli, mezhep merkezci bir referans sisteminin İslam'la bağdaştırılması mümkün olamaz. Irk merkezci her tercih, her dünya görüşü İslam'dan uzaklaşmak anlamı taşır. Ümmet, mekân ötesi bir kavramdır. Ümmet'le evrensel bir toplum modeli gerçekleştirmeyi kastediyoruz. Ümmet bilinci ve ahlakı mezhep kimliklerini aşan bir yaklaşımı zorunlu kılar. İslamî ilgiyi, her hangi bir coğrafyayla, dille, etnisiteyle, mezheple sınırlandırmak Ümmet'e sırt çevirmek demektir.

İçerisinde bulunduğumuz dönemde Sezar'lara hiç bir şey söylemeyen, uyarıda bulunmayan, bireysel değerlerden ibaret bir İslam yaklaşımı oluşturuluyor. Kapitalist kültür kendisini bütün kültürlere, toplumlara, İslam toplumlarına da uyarlayabiliyor. Bu gelişmelerden toplumlarımızda İslamî anlamda radikal bir değişim/dönüşüm talebinin olmadığını anlıyoruz. Hepimiz niceliksel büyüme, artış ve toplumsallaşma ile çok ilgileniyor, yapısal sekülerleşme süreçleri karşısında sessiz kalıyor, seküler alanı rahatsız etmemeye çalışıyoruz.

Bilinçsizliğe mahkûm olmadığımızı fark etmeliyiz. Batı'dan ithal ettiğimiz paketlenmiş/dondurulmuş seküler klişelerin İslamî bünyemize uygun olmadığını anlamalıyız. İslamî bir tercihte bulunmak demek, evrensel İslam ailesinin sorunlarıyla ilgili olarak sorumluluk almak, bu sorumlulukları alabilecek bir yetenek/birikim sahibi olmak demektir. Hepimiz İslamî ve Müslümanları ilgilendiren her konuda sorumlu yorumlar üretmek durumundayız. Toplumlarımızla ilgili olarak paramparça bilgiler, ideolojik manipülasyonlar, günlük medya uyuşturucuları ile tutarlı, sağlıklı bir yorum bütünü oluşturulamıyor. Bizler, dünya Müslümanları olarak zihinsel anlamda son iki yüzyılı hep diaspora'da geçirdik, geçiriyoruz. Bu konum henüz yeterince bilincine varamadığımız bir konumdur. Nerede duruyoruz, nerede durmalıyız gibi soruları kendimize sormaya cesaret edemiyoruz. Bu, tanımlanması güç konumumuzla ilgili olarak, şimdiye kadar gök gürültüsü gibi gürleyen bir düşünce hayatımızın, bir sanat/edebiyat hayatımızın olması gerekirdi, ne yazık ki olmadı, bu nedenledir ki, kısık seslerle konuşmaya, yazmaya devam ediyoruz. Edebiyatın toplumsal bir boyutu ve içeriği olmalı mı, olmamalı mı konusuna bile açıklık kazandırabilmiş değiliz. Toplumlarımızın sosyal, kültürel dokusunu paramparça eden işgaller, müdahaleler, toplumlarımızı fiziksel ve ruhsal yaralarla malûl hale getiren sömürgeci terörün edebiyat hayatımıza yansımaması, edebiyat gündemine girmemesi nasıl mümkün olabilir? Dünyanın, hayatın, tarihin, barbarca/ahlaksızca/merhametsizce vicdansızca/alçakça kullanımı karşısında sömürgeci seküler tahakküme/söyleme hak ettiği tepkiyi gösteremiyoruz. Tabiatın, hayatın, tarihin fıtratını bozan, yıkan, kirleten gelişmeler etrafında radikal eleştiriler yapamıyoruz. İslamî anlamda bilgili, bilinçli ve cesaretli toplumlarda yaşıyor olsaydık, hiç kimse, hiç bir nedenle İslamî alanı sömürgeleştirmeye teşebbüs edemeyecekti.

Zamanımızı ileriye taşıyan yorum, yaklaşım ve çabalara ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıyız.

Ancak, hep birlikte olduğumuzda, bilgi, bilinç, irade, eylem birliği gerçekleştirdiğimizde değişimi gerçekleştirebileceğiz. Bunun için İslamî bağlılıklarımızı her tür maddi/dünyevi bağlılıkların üzerinde tutmamız gerekir. İslamî hareketliliği, dinamizmi, canlılığı, üretkenliği, sorumlu yorum özgürlüğü ile sağlayabiliriz. İlahi irade hiç bir zaman tarihten çekilmez. Tarihi ilahi irade doğrultusunda yaşayan, düşünen, eylemde bulunan insanlar yaparlar. Tarihe bir "kader" gibi bakılamaz. İslamî hayat tarzı, dünyayı ihmal ve inkâr etmez, dünyanın ilahi değerler/ilkeler temelinde yaşanmasını ister. Değişmek, dönüşmek, yenilenmek demek, sekülerleşmek, seküler zamanlarla bütünleşmek demek değildir. Değişmek, dönüşmek ve yenilenmek tarihsel ve seküler zamanların karşısına bağımsız bir yorum ve modelle çıkmak demektir. Müslümanların modern-seküler yapılara uyum sağlamaya çalışmaları, mutlak ve kutsal alanı, bilinci tahfif etmek, ihlal etmek anlamı taşır. Modernitenin bir iktidar projesi olduğunu, bu projenin sömürgecilik yoluyla hayata geçirildiğini bilmek gerekir. Modernite, sömürgecilik ve ırkçılık birlikte var oldular ve bugün de birlikte hareket ediyorlar. Sömürgeci tahakkümü ortadan kaldırmakla sömürgeciliğe son vermiş olamayız. Aynı zamanda sömürgeci bilgi ve kültüre de son verebilecek bir zihinsel özgürlüğe sahip olabilmeliyiz. Sömürgeci bilgi ve kültürün egemenliği altında yaşamak, zihinsel ölüm süreçleri içerisinde yaşamaktır.

Mutlak'ı, Kutsal'ı izleyerek, tarihsel zamana müdahale edebiliriz, tarihsel zamanları etkileyebiliriz. Bugünün gerçekliğine, hizip, mezhep ve ideoloji ufkundan bakmak kadar büyük bir körlük olamaz. Siyasetin mezhep gündemine göre belirlenmesi, mezhep aidiyetleri doğrultusunda tercihler yapılması toplumlarımızda yeni bir istikrarsızlaştırma dönemi başlatıyor. 16 ve 17'nci yüzyıllarda Avrupa'da yaşanan Katolik-Protestan çatışmalarını hatırlatacak ölçüde Sünni-Şii karşıtlıklarının, rekabetlerinin hangi mülahaza ile olursa olsun, yeniden icat edilerek gündeme getirilmesi kadar utanç verici bir gelişme olamaz. Mezhep rekabetleri gibi ilkel rekabetler aşılamadığı takdirde, gerilim zamanlarını yaşamaya devam edeceğiz demektir. Mezhep söylemi hiç bir şekilde mazur görülemez, meşrulaştırılamaz. Bir yanda modern tarihin dokunulmaz kılınan kategorilerine hapsedilirken, bir diğer yanda mezheplerin dokunulmaz kılınan kategorilerine hapsediliyoruz. Bu durum çok derin bir bilinç kirlenmesi ve karmaşası içerisinde bulunduğumuzu gösteriyor, parçalara bölünmüş İslamî bir aidiyet duygusuyla güçlü-etkili bir dil oluşturulamaz. Etnik/mezhep merkezli bir dil'den hiç bir şekilde bir gelecek umut edilemez. İbadetlerimiz tevhidi bir duyarlılıkla bizi dönüştürmüyorsa, biz, zamanı/mekânı/hayatı dönüştüremeyiz. Bilinçsiz ve içeriksiz, biçimsel dindarlığın, biçimsel ibadetlerimizin bize kazandırabileceği bir şey yoktur.

İslam'ın amacı hayatı dönüştürmektir.

Bilincimizi şekillendiren sömürgeci kalıntıların etkisi ve çok yönlü zihinsel bir kuşatma altında tutulduğumuz için, İslam'ın hayatı dönüştürme yolundaki iddialarını konuşmaya cesaret edemiyoruz.




İktbas Mart 2012
kaynak

Abreg Togan ile Söyleşi (Emek ve Adalet Platformu)

Abreg Togan 1957 Kayseri doğumlu. Üç yıl ilahiyat okuduktan sonra iktisat bölümünü bitirdi. Mezuniyet tezini sendikalar üzerine yaptı. 1975’lerde Akıncılar hareketi içinde yer aldı. 30 yıldır “esnaf” olarak çalışıyor. Togan’ın taşeronlaşma sürecinin getirdiklerine dair bilgi ve eleştirileriyle ortaklık sisteminin hayata geçirilmesine ilişkin deneyimlerini sizlerle paylaşmak istedik. Kendisi ile yaptığımız söyleşiyi 3 parça halinde yayımlıyoruz.

Emek ve Adalet Platformu'na bu kıymetli mülakat için müteşekkiriz.




I. KISIM: 
TAŞERONLAŞMA, İHALE DÜZENİ, KIDEM TAZMİNATI

Ne işle uğraşıyorsunuz, ne yapıyorsunuz?

Ben aslında kamuda hizmet yapan bir müteahhidim. Yani ağırlıklı olarak personelin çalıştığı bir iş söz konusu. Kamu son yıllarda, on on beş senedir hizmetleri özelleştiriyor, klasik kelimesiyle. “Özelleştirme”den kasıt, “devletin yükünü azaltmak”. “Devlet ya da kamu hantaldır” mantığıyla bize bunu böyle sunuyorlar ama benim nazarımda öyle değil. Yani bir köprü ya da baraj müteahhitliği değil bu. Bire bir emekle, insanla, günlük iaşeyle alakalı bir konu. Bu, Türkiye’de bilinçli bir şekilde yapıldı. Bu tür özelleştirmeler yapılmasaydı bizim gibi müteahhitlikler doğar mıydı? Evet doğardı. Zaten burada anlatmak istediğim konu, devletin yapmadığı bazı işleri özel sektörün yapmasından öte, devletin, hükümetin yahut belediyelerin kendi yaptıkları işleri özele kaydırmaları. Ben bunu bize anlattıkları gibi anlamıyorum. Bu süreci anlamak için bunların hangi yasalarla yapıldığına bakmak lazım. Konuyu Kamu İhale Kurumu’nun oluşturulması ve ihale tekniğiyle beraber değerlendirmezseniz anlamazsınız. Ben Türkiye’de sendikaların da, bu konu hakkında konuşan siyasilerin de bu konuyu çok anladıkları kanaatinde değilim.

Nitekim bir hizmet işi özelleştirilirken mesela belediye otobüs şoförleri hizmet işi özelleştirilirken ne tür sıkıntılar doğduğunu anlamazsak bunun niçin yapıldığını anlamayız. Bunları afaki konuşmuyorum. Aslında, kamu ihale uzmanıyım ben, işim bu. Kamu ihaleleri nasıl yapılır, bundan kim fayda sağlar, kim zarar görür, bunun halka faturası nedir? Ama bu topluma başka türlü lanse edilir. Bu algı toplumda hâlâ yaygın: “Devlet rüşvetten, kalitesiz adam çalıştırmaktan, denetimsizlikten, şundan bundan bu hizmetleri çok iyi yapamıyor. Özel sektör mantığıyla bunları yaptığımız zaman çok başarılı oluyoruz.” deniyor. Ben buna inanmıyorum. Ortada teknik tabiriyle personele dayalı bir iş var, bizim tabirimizle emeğe dayalı, yani insan unsurunun yoğun olduğu bir iş.

Oysa, bu işi nasıl ucuza hallederiz mantığı, personele verilecek kıdem ve ihbar tazminatlarını nasıl keseriz şeklinde kurgulanıyor. Bildiğiniz gibi, bir işçi kamuda çalıştığı zaman, kıdem, ihbar, bunları hak ediyor, alabiliyor. Mesela 2 sene çalışan bir işçi dava açıyor alıyor. Kanuna göre bir yıl dolduktan sonra işçi kıdem ve ihbarı hak eder. Fakat özellikle bu hizmet ihaleleri 9 ay, 10 ay, 12 ay olarak çıkar. 12 ayın tamamlanmasına 15 gün kala bu müteahhidin işi biter, yeni bir hizmet müteahhidi gelir: “Efendim daha 12 ay dolmadı ki!” Velev ki 12 ay dolsa, işçi 12 ay çalışsa, o müteahhit tazminat vermek zorunda işçiye. Fakat kanuna göre, ihalede bunun yeri yok. Müşahhas bir örnek vereyim. Bizim yaptığımız bir işte, yıl sonunda işi bitirdik ve sonuçta işçilere kıdem ve ihbar veremedik. Çünkü kamu ihalesine girerken devlet diyor ki, 200 tane personel çalıştıracaksın, şu işi yapacaklar, şu ücreti alacaklar. Yani ihale öyle çıkar, işçinin alacağı ücreti ihaleyi açan kurum belirler. Asgari ücret vereceksin, yahut asgari ücret artı 10, yemek parası 5 lira, yol parası varsa var, diye çıkar ihale şartnamesi. Çıktıktan sonra firmalar alır bunu, oturur hesap ederler. Sonunda, bize maliyeti 5 lira, biz 5,1 atalım, 0,1 lira para kazanalım derler. İşte kamu tarafından bu 5 liralık maliyet, kıdemsiz ve ihbarsız çizgi esas kabul ediliyor. Örnek vereyim. Bir ihale çıktı, 12 ayı geçiyor, dedim ki, kıdemini ihbarını hesaplayın, fiyat çıkarın, kâr etmesek de olur, personel çalışır, iş tecrübemiz artar, vergi ve harçların dışında kâr koymadık. Girdik, fiyat attık, benden başka kimse atamaz dedim bundan daha düşük. Bir baktım, benden % 10 daha düşük atan bir firma var. Dedim ki önemli değil, kanunda kıdem ve ihbarın yeri var, kurum “açıkla bakalım bu fiyatı” diyecek, “bu işi benim yazdığım esaslara göre nasıl yapacaksın?” diye soracak. Bir baktım ki, ihale karara bağlandı ve ona verdiler. İtiraz ettim, bu firmaya veremezsiniz, bu 12 aylık bir iş, 12 ayın sonunda kıdemini ihbarını vermek mecburiyetindesiniz bu işçiye. Hayır, dediler, bizim için kıdem ihbar önemli değil. Ya nasıl olmaz?

12 ay dolmadan işin bitmesine “girdi çıktı” diyorlar. Hatta bunu bazı ufak fabrikalar, atölyeler de yapıyor. İşçiyle 11 ayda bir sözleşme yaparak, işçiye hayatı boyunca kıdem tazminatı ödemiyorlar. Bu 2-3 sene devam etmiş, 3 sene boyunca “girdi çıktı” yapılmışsa, sen de bunu Çalışma Bakanlığı’na götürüp kanıtlarsan, o zaman kazanma ihtimalin var…

Evet, Bakanlık’taki müfettişler işçi lehine karar veriyorlar. Fakat zaten aldığı asgari ücret; hangi işçi avukat tutacak, mahkemeyi izleyecek, ola ki beni tekrar işe alacak diye bu yola tevessül edecek? Ama bazı cevval, atak avukatlar var, işçileri bir araya getiriyor, “ben sizden avukatlık ücreti talep etmiyorum, ben bu davayı kazanırım kardeşim,” diyor. Bu tür olaylar da gördüm. Ama burada daha feci bir sorun var, onu anlatmıyorum. İşçinin 11 ay çalıştığı ve kanunen tazminatı hak etmediği durumu anlatmıyorum. Başka bir şey anlatıyorum. İhale açılmış, 12 ay, ve işçi 12 ay çalışmış. Adamın ihbar ve kıdemini nasıl ödeyeceksin? Devlet ücreti çıplak ücret üzerinden veriyor müteahhide. Müteahhit de aldığı parayı işçiye ödüyor. Devlet diyor ki: “İşçiyi kıdemsiz ve ihbarsız çalıştıracaksın!” Kamu İhale Kanunu’nun anlamı budur. Eğer devlet işçiyi kıdemli ihbarlı çalıştıracaksa, kıdemini ihbarını hesaplar, der ki: “Kardeşim, bu ihalenin en dip fiyatı şudur!” Neden? Yasa, “zararına iş gördürülemez” diyor. Yani bir işin maliyeti 5 lira, bir müteahhit kalksa dese ki ben bunu 4,5 liraya yapacağım. Hayır, diyor kanun, ya sen işçiye para ödemeyeceksin, ya malzemeden çalacaksın. Bu da değil benim anlattığım. Benim anlattığım bir facia: Devlet, işçiyi çalıştır, kıdem verme, çünkü ben sana vermeyeceğim, diyor. Peki sen bana vermezsen ben nasıl vereceğim?

Bunun da müşahhas örneğini vereyim. Bir ihalede biz de kıdem ve ihbarı hesap etmeden fiyat attık yani ihalenin çıplak ücretini ve işi aldık. Sene sonunda işçiler bize dava açtılar. Dedim ki, haklı bu işçiler. Hukukçuma danıştım, dedi ki, sen de belediye şirketine dava aç ve açtık. Bize, “böyle bir ödeme kalemimiz yok,” dediler. Yani devletin, taşeronlaştırmadaki, onların deyimiyle özelleştirmedeki ana fikri kıdemsiz, ihbarsız işçi çalıştırmak. Tazminat miktarını bir kazanç haline getirmek, kapitalin içine sokmak için yaptılar bunu. Yani kamunun bu ihale şartnamesini düzgün çıkarmadığı yerden başlıyor bu iş. Bunu şu ana kadar hiçbir siyasimiz, bu konularla alakalı hiç kimse gündeme getirmedi. “Efendim, işçi kıdemsiz ihbarsız ne yapacak?” Ya kardeşim, Kamu İhale Kanunu çıkarken neredeydiniz?

Sendikalar neredeydi? Bunların hiçbirisinin sendika hükümleri yok, sendika olamazlar. 1 Mayıs’taki gaye nedir? İşçinin çalışma ücreti ve süresiyle alakalı bir eylemdir. Bugün 1 Mayıs’ın rengi ve şekli nasıl değiştiyse… Yüksek sesle bağırır çağırırlar, siyasi ideolojik şeyler, ama bugün reel olarak işçinin sorununu dile getirmez hiçbirisi. Bu hükümet döneminde bu kamu ihale yasaları çıkarken hiçbir sendika doğru dürüst bu konuları dile getirmedi.

Şimdi sizin gibi sivil toplum örgütleri taşeronlaşma diye bağırınca devlet ikinci bir akıl icat etti. Şunu net söylüyorum. Şimdi tasarı olarak görüşülen yasa, yine önceki yasadaki akla sahip. Devlet, görüşülen yasayı işçinin lehine gibi gösteriyor. Ama oradan bir fon, bir kaynak oluşturmak için böyle yapıyor. Nedir yasa tasarısı? Bakan açıkladı. Kıdem ve ihbar artık yıllık değil, üç ay çalışsa dahi işçi ayrıldığı zaman kıdem ve ihbarını alacak. Ama her ay belli bir hesaba bu parayı yatıracaksın, diyor. Bir işçi 10 ay veya 10 yıl çalışsa, hiç ayrılmadan, yatan paradan devlet bir fon oluşturmak istiyor. Hatırlayın, geçmişte bu tür fonlar oluşturuldu, mesela depremle alakalı. Devlet bu paraları biriktirip sonra bunları ne yapıyor, halka işçilere veriyor mu, takip etmek lazım. Bu her halükarda kaynak üretme beyninden çıktı. Yoksa, işçilerin mağduriyetini giderelim kaygısından çıktığını zannetmiyorum. Yine de, böyle olmasına rağmen, eskisinden bir nebze daha iyi, iyi işletilebilirse.

Bütün bunlardan kastım şu: Bugünkü kamu ihale tekniğine göre, siz zannediyorsunuz ki, ihale denince düzgün bir rekabet oluyor… Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda ne yazıyor? “Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Aynı onun gibi, Kamu İhale Kurumu’nun internet sitesine girin, Kamu İhale Kanunu’nda yazar: “Temel İlkeler: Madde 5. 1. Saydamlık, 2. Rekabet, 3. Kamu menfaati…” Bana göre hiçbirisi gerçekleşmez. Bizim Kamu İhale Kanunu aynı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na benzer. “Herkes eşittir,” der Anayasa, “ancak…” diye başlar, “askerler şundan yargılanamaz, devlet memurları bundan yargılanamaz, şu şöyle olamaz…” Ortada kala kala köylü çiftçi işçi kalır. Aynı, Kamu İhale Kanunu da başlar, “saydamlık, rekabet…” Yani iyi, doğru fiyat veren, hesabını düzgün yapan… Ve “kamu menfaati”. Bu laf o kadar büyük ki! Bizim kamu menfaatinden anladığımız nedir? Halkın menfaatidir. Spesifik olarak devletin menfaati deseler dahi, kamu menfaati bu cümlede olumlu olarak kullanılabilir. Ama hiçbirisi gerçekleşmez. Hemen altından başlar: “İstisnalar”. Buna onlar teknik tabirle 3G derler. “Doğrudan Temin: Madde 22. Aşağıda belirtilen hallerde ihtiyaçların ilân yapılmaksızın ve davet usulü ile doğrudan temini yöntemine başvurulabilir.” Acil, sağlık… Bugün bir Kırım Kongo Kanamalı Hastalığı (kene vakası) çıksa bu memlekette, nitekim de çıktı, kendi sektörüm, Sağlık Bakanlığı bunu acil koduna sokar, istediği ilacı istediği kişiden alabilir. Demek ki orada geçerli değil.

Geçen gün, dikkat ettiniz mi, okullara bilgisayar donanımı alımı, yani birkaç milyar dolar, Bakanlar Kurulu Kararı ile İhale Kanunu’nun dışına çıkarıldı. CHP söylüyor da, altını çalışmadan söylüyor. Bir şey ifade etmiyor. “Efendim, bunu çıkarmamızın sebebi, yabancı şirketler girer de, onlar alır da, bunun işte teknik meknik stratejik falan filan…” Canım, onun önlemi bazı yasalarda var: “Yerli firma lehine % 15 fiyat avantajı uygulanacak,” yaz. Eğer yerliyi korumaksa maksat. Yok hayır o değil, amaç birilerine vermek.

Şu süt ihalesini kim aldı? Büyük firmalar değil. Mesela bir Kayseri firması var. Süt işine ne zaman girdi, bir bakın bakalım. Bana göre son yılların en güzel buluşu, Twitter’da “sütü bozuklar” diye girmişler. Doğru, “sütü bozuklar”, başka anlam yüklemeye gerek yok! Bu sütler bozuktu anlamına gelir. Bu sütler nasıl, hangi ihale tekniğine göre, hangi fiyatlarla alındı? Hiç kimse konuşmuyor bak dikkat edersen. Süt bozukmuş da, tarihi geçmiş de… Ya bu süt kaç liraya alındı, ihaleler nasıl yapıldı, kimler bundan para kazandı? Bunlar şeffaf yürümedi ki. Beni Kamu İhale Kurulu Başkanı yapın, mevcut Kamu İhale Kanunu’na göre ben o ihaleyi istediğim kişiye veririm. Çünkü elli tane fuzuli evrak doldurtturuyor içine. Bu evraklarla ihalenin gideceği firma tanımlanıyor.

Bakın, ben bu Kamu İhale Kurumu’nu bir teklifimi reddettiği için mahkemeye verdim. Kamu İhale Kurulu’nda, şikayete bakan bir komisyon vardır. Şimdi 1 milyar dolarlık yolsuzluktan bahsedilerek içeriye atılan Kamu İhale Kurumu’nun başkanı, komisyon başkanıydı. Diğer komisyon üyelerinden iki komisyon üyesi, bu firmanın şikayeti o kadar ciddi ki, bu işte bir terslik var, bunun savcılığa bildirilmesi gerekir, diyor. Fakat komisyon oy çokluğuyla karar aldığı için, o, gerekçeli karar diye yazılıyor, benim itirazımı reddediyor.

Bakın, birbirinin aynısı iki davada, yüzlerce örnek gösterebilirim müşahhas, birinde A şehrinden yapılmış müracaat, birinde B şehrinden, işler aynı, şikayet konusu da aynı, Kamu İhale Kurulu birisinde lehte karar veriyor, birisinde aleyhte karar veriyor.

Kamu İhale Kurumu’nun bir üst müracaat mercii İdare Mahkemeleri’dir. Hangi müteahhit idareyi mahkemeye verecek? Ben verdim. Bölge İdare Mahkemesi uzun uğraşlardan, 6 ay geçtikten sonra, “efendim, kamu menfaati, iş yürüdü, durdurulamaz” dedi. Orada belirtmeme rağmen, “burada kamu menfaati zedeleniyor, idarenin işi aksamayacak” dememe rağmen anlamadı. Niye? Bunlar İhtisas Mahkemeleri değil ki, bu hakimler karmaşık ihale tekniklerini bilmezler ki. Bilmedikleri için böyle hüküm verdiler. “Ya kardeşim, bu iş durmaz, merak etmeyin, bu tür durumlarda ihale teknikleri var, kamunun işinin durmaması için, bu yollar kullanılabilir,” dememize rağmen anlatamadık.

Sonuç itibariyle Kamu İhale Kurumu’nda yapılan operasyonda bazı yolsuzluklar çıktı ortaya. Neticede beş tane adam, veriyorlar bir raportöre, ahlaklı vicdanlı bir iki kişi varsa gerekçesini yazıyor, bu böyle olur, diye, çoğu da incelemeden tıkır tıkır imzasını atıyor. Bunların çoğu işin ehli bile değil.

Bu Kamu İhale Kurumu mantığıyla, demin bahsettiğimiz özelleştirme/taşeronlaştırma mantığıyla kim kazanıyor? Kazanan kim? Bir, hırsız müteahhit kazanıyor. İki, sözde kamu kurumları kazanıyor gibi görünüyor. Kaybeden kim? Dürüst müteahhit kaybediyor. Çünkü iş alamıyor. Kamu kaybediyor, iş gereği gibi yapılamıyor, en önemlisi kaybetme ve kazanma eylemi işin öznesi olan işçi hakkı üzerinden yapılıyor.

İhalede verdiğin teklif dosyasına kıdem kalemini yazdığında da vermiyor devlet.

Vermiyor değil, öbürü daha düşük olduğu için o kazanıyor. Sen yüksek teklif verdin diyor. “Ya efendim bu adama kıdem vermek lazım, bu bunu hak ediyor” deyince de, “bizi ilgilendirmez, öyle bir kalem yok” diyor. Devlet aslında taşeron işçinin kıdemini yok sayıyor. Öyle bir hakkı yok, diyor. Bu bahsettiğimiz rakam öyle basit bir rakam değil. Şu anda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yanılmıyorsam 25 iştirak şirketi var. Belki de daha fazladır, her gün bir tane kuruluyor. Bunlarda çalışan işçilerin % 90’ı taşeron işçidir. Bir gün bir belediye şirketinden gençler geldi bana. Dediler, “biz belediye şirketinde çalışıyoruz.” Belediye şirketinde çalışınca, belediyede çalışıyormuş, bir garantileri varmış gibi görüyor çocuklar haklı olarak. “Ama,” dediler, “bordrolarımızda başka bir firmanın ismi çıkıyor.” Meğerse belediye o işi taşeronlaştırmış. Ne için? Bu kıdemi ihbarı kesmek, sendikalaşmayı kırmak için, başka hiçbir şey için değil. Ne o firmayı biliyorlar, ne o şirketi tanıyorlar. Yine belediye şirketinde ama o firma üzerinden yapıyorlar. Son zamanlarda bu müthiş arttı.

Daha netini söyleyeyim. Bu belediye şirketleri, diğer ifadesiyle BİT’ler, sendikaya giren işçiyi çalıştırmazlar. Onun için de buralarda sendika örgütlenmeleri olamaz. Müşahhas bir durum bu. Yüzlerce arkadaşım var, görüştürebilirim sizi. Atılan tutulan bir şey değil de, herkesin bildiği ve belediyenin de buna itiraz etmediği bir gerçek bu. Bir işyerinde böyle bir sendikal faaliyet başlamış, geldiler, “Bizi çağırıyorlar, ya sizi işten çıkaracağız, ya da sendikadan çıkacaksınız, diyorlar.” “E, nedir sizin kararınız?” dedim. “Ben evime nasıl ekmek götüreceğimin peşindeyim şu anda.” Cevap bu!

Net söylüyorum, hiçbir tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde, bütün belediye iştiraklerinde, yani BİT’lerde üst yöneticilerin, müdür, müdür yardımcısı, şef veya referans pozisyonunda olanların hepsi siyasidir. % 99’u bir İlçe Teşkilatı’nda görevlidir. Daha doğrusu İlçe Teşkilatı’nda görevli olduğu için oralarda müdür ya da müdür yardımcısı yapılmıştır.

Sadece yöneticiler için değil. İl’den bir referans alınmadan hiçbir işçi alınamaz. Müteahhit ihaleyle işi kazansa dahi, İl’den İlçe’sinden iki üç referanslı olmadıktan sonra o müteahhit de işçi alamaz. Çok teknik mühendis kadroları farklı bir kategoridedir. Bunun dışında, iş bir uzmanlık gerektirmiyorsa, şoför, güvenlik görevlisi –Güvenlik Yasası’yla alakalı olarak tabii bir belgesi olması lazım–, işçi gibi, alınacak bütün elemanlar, bunları hepsi, İl Merkezi’nde dosyalar vardır, oralardan gelmeyen hiç kimse işçi alınmaz. Aslında belediyenin bütün personel alımının yönetildiği yer orasıdır. Bir tane adam, referanssız gitsin, ben işe girdim, derse, ben ona 10 sene ücret vermeye razıyım. Ama teknik bir konudur, ihtiyaç vardır, zaten o adam her yerde iş bulur. Sistem bu hale getirildi. Benim yanıma geliyorlar bazen çocuklar, bize bir referans ver, diye. Ben kendime referans değilim, size nasıl referans olayım diyorum. Artık bir maharet, bir emek, bir iş becerme ile o işte kalma mantığı çöktü. Bir adam ayarlama, bir referans bulma mantığı hakim oldu. Daha da acısı, çocuklar gidip İl ve İlçe Teşkilatları’na kaydolmaya zorlanıyor. Bu geçmiş dönemlerde de böyleydi. Ama şimdi çok daha büyük bir hızla yürütülüyor bu.

Ne oluyor sonuç itibariyle? Şu anda işçi hiç sesini çıkaramaz. Ne hak talep edebilir, ne başka bir şey. Kaldı ki, şimdi öyle bir hale getirildi ki, bu BİT’lerde aykırı bir fikir söylemek dahi zorlaştırılmış durumda.

Bütün bunları bağlayacağım bir müşahhas örnek vereyim. Bir gün cuma vakti bir şantiyedeyiz, şantiyenin içinde küçük bir mescit var, imamı da var, cumayı orada kılacakken, müdür yardımcıları dediler ki, biz Fatih Camii’ne gideceğiz. Burası da cami, niye Fatih, dedim. Oraya belediye başkanı gelecek, belediye başkanı gelince daire başkanları da gelecek. Belediye başkanına görünmek için Fatih Camii tercih edilir hale geldi. Benim demin anlattıklarım bunun yanında çok cüce kalır.

İşin özeti şu: Çok ciddi miktarda BİT var. Bunlar Türk Ticaret Yasası’na göre benim firmam gibi birer firmadır. Fakat bu işler belediyenin şirketlerine verilir. Bunun yöntemleri, usulleri bilinir. Bunlar bu işleri istedikleri firmalara pas ederler. Bu belediye şirketleri bir kâr alır, kazanır. İşte o demin söylediğim siyasi kadrolardan girenler oralardan beslenir. Alttaki müteahhide verirler, o müteahhidin zaten canını çıkarırlar. Müteahhit bu sistemde nasıl para kazanabilir? Müteahhidin çalmadan çırpmadan bu sistemde para kazanma şansı yok. Neden? Bakın, net ve müşahhas başka bir örnek. Bundan 4-5 yıl önce, belediyenin fakir fukaraya, ihtiyaç sahiplerine Ramazan Kumanyası dağıtım ihalesi vardı. Ciddi rakamlar verdiler. Tahminim, 10-15 trilyon civarı. Bir gıdacı arkadaşım dedi ki, çok önemsiyorum, bu işe ben gireceğim, fiyat vereceğim, çok para kazanmak istemiyorum, iyi bir fiyat vereceğim, alacağım bunu, dedi. Çalıştı çabaladı, fiyatı verdi. Dedi ki, ya benden % 10 aşağı veren var. Ama bu mümkün değil dedi. Ben yıllardır gıda işindeyim, dedi, toptancılık yaparım. Şimdi o ihalede, her şey yazar sözde, zeytinin kalibresi belirtilir; büyüklük, çap, renk, her şey tarif edilir. Bu arkadaş, bu teknik şartnameye uygun olan zeytinin en dip fiyatını vermiş. Öbürü % 10 aşağı fiyat vermiş. Ne oluyor? O ihalede % 10 düşük fiyat veren şu anda milletvekili. Nasıl milletvekili? Zeytin var 5 liraya, zeytin var 3 liraya. Bu kabulü kim yapacak? Bir siyasiye, bir İl Başkanı’na, bir İlçe Başkanı’na posta koyabilir mi bu adam? Orada sıradan bir kabul memuru var, bir mühendis. Biz inceledik, zeytin çok daha aşağı bir kalibrede verildi. Yağ şu evsafta olacak, dendi. Arkadaş, ben bu kalibreden alacaklarını bilsem, % 20 daha düşük fiyat verirdim, dedi. Çalmanın yöntemi ve usulleri bunlardır. Her şey hukukuna uygun. Çünkü garip gurabanın, bana verdiğiniz bu zeytin gerçekten şartnameye uygun mudur, diyecek hali yok.

Şartnameye uymuyor yani?

Tabii ki uymuyor. Ama şartnameye uygun olup olmadığını kim denetleyecek? Bu teklifi verenin arkasında bir siyasi vardır. Onu denetleyen kişi bu siyasiye posta mı koyacak? Zaten o siyasi gelip Daire Başkanı’nın yanında bir oturur. O memuru, o kontrolcüyü bir çağırırlar, bir görünür o, sayın vekilim der, veyahut da bir şey der, o oradan anlar. Mehmet Abi’nin bir işi var, bir bakıver, derler. Eli titrer, çünkü yerinden olacağını bilir. Ha, buna direnen arkadaşlar var mı? Var. Onlara da hiçbir görev vermezler. Pasiftir onlar belediyede. Şu anda belediyede pasif görevde onlarca kişi vardır. Sabah giderler, otururlar, gazete okurlar, kötü bir masa vermişlerdir. Nedir? İşe yaramadıkları için değil. O çarkı döndürmedikleri için, o çarkta bir problem çıkaracakları için. Sistem böyle. İç kanaması var sistemin. Sistem bu kanamaya ne kadar dayanır bilemiyorum.

Hiç kimse de ihaleye inanmaz. A, birileri çıkar deli dolu, rakam atar, şunu atar bunu atar, onun da iflahını keserler. Eğer bir ihalede, istemedikleri bir adam o ihaleyi almışsa, ona kök söktürürler, para ödemesini geciktirirler, kontrol mühendisiyle başını ağrıtırlar, sonunda illallah der, çeker gider. Size şimdi net bir örnek veriyorum. Bir araştırma yapın. Halk Ekmek Fabrikaları kuruldu kurulalı, İstanbul’un ekmeğinin dağıtımını kimler yapar? Malum firmalar. Geçen sene bir firma geldi, ben bu işi yapabilirim, ehil, adama kök söktürdüler, 800 milyar lira da ceza kestiler, iflahını kestiler. Ya, bu nasıl bir iştir? Bir fabrika kuruldu kurulalı hep aynı şirketler mi dağıtır ekmeği? Ne gerekir ekmek dağıtmak için? Kamyon gerekir, personel gerekir. Ama kimse giremez. Niçin? Onlar orada vardır. Geçen sene giren arkadaşlar perişan oldular, geri çıktılar. İşi mi yapamadılar? Onlardan daha güzel yaptılar. Bir bahane bulur, bir ceza keser, iki ceza keser, üçüncüsünde Kamu İhale Kurumu’nda yasaklı duruma getirirler. Sistem daha acımasız hale geldi çünkü pasta büyüdü. Nüfus azsa az ekmek satarsın, çoksa çok ekmek satarsın. Pasta büyüdükçe hırsızlık geometrik diziyle arttı.

Bunları en iyi kendileri biliyorlar. Vicdanlarıyla baş başa oldukları zaman % 90’ı bunu söyleyecek. Diyorlar ki bu tür yanlışlıklar oluyor ama belediye başarılı. Arkadaş, bir belediyenin başarılı olup olmadığını ölçmenin yöntemi, ne kadar para harcadı, ne kadar iş yaptı, ne kadar haklara kurallara uydu, bunlara bakmaktır. Ne kadar para harcadığını biliyor muyuz? Bunu kimse sorguluyor mu? Hiç kimse sorgulamıyor. Ama en çok üzüldüğüm nokta, bu ihale teknikleri şunlar bunlar, hepsini bir kenara koyalım, bu taşeron işçilere yapılan zulümdür. Bu zulmün hesabı bunları zorlar. Net söylüyorum. Bu çocuklar, hiçbir garantileri yokken, orada çalışıyorlar, burada çalışıyorlar, devam ediyorlar… Yarın sabah kapı dışarı edilebilir, hiçbir güvencesi yok. Onun için de sessiz, itaatkar durmaya başladılar. Baskıcı bir idare var. Şef bir şey diyor, a siz onu bilmezsiniz, o filan ilçede İlçe Başkan Yardımcısı veya Meclis Üyesi dediler mi bitti, hiç onu sorgulayamazlar.

Bu yeni yasayla engellenecek filan diyorlar ama temel zihniyet değişmediği sürece bu değişmez.

Benim üzüldüğüm ne biliyor musun? Müslüman kimlikli insanların bu işçi hakkı konusundaki vurdumduymazlıkları. Gece yatınca nasıl uyuyorlar? Benim işçimin derdi bana dert oluyor arkadaş. Net söylüyorum, acayip şekilde dertleniyorum. Belediyeye dava açıp diyorum ki: Ben bu işçiye tazminat ödeyeceğim, bana tazminat ver. Size bir örnek vereyim. Böyle bir davanın bulunduğu yerde böyle bir iş yaptım. İşçiler belediyeyle davalık. Bunun şahitleri var. Gerekirse bu şahitlerin hepsini çağırabilirim, hâlâ görevdeler. Bu BİT hâlâ yerinde duruyor, hâlâ işçi çalıştırıyor. İkinci sene ihaleyi bana vermek için, beni desteklemek için, işçilerle kendilerinin arasında olan problemde kendilerinden taraf olmamı talep ettiler, çünkü onlar taşeronlaştırmış işleri, müteahhite belediyeden vermişler, işçiler dava açmış belediyeye, ayrılanlar var, haklarını talep ediyorlar. Bana dediler ki, siz mahkemeye mecburen gideceksiniz, önümüzdeki yıl ihaleyi istiyorsanız, bu mahkemede belediye BİT’i lehine şahitlik edin. Ben de dedim ki, ben doğrunun ifadesini vereceğim ve sorumluma talimat verdim: Gidiyorsun, evet bu işçinin söylediği doğrudur, bu işçiler bize belediye tarafından verilmiştir, diyorsun. Böyle dediğimiz için o çocuklar tazminatlarını çatır çatır kazandı.

O olayın detayına girebilir miyiz? İşçiler ne için itiraz etmişlerdi belediyeye?

Daha önce bu işi belediye şirketi yapıyordu. İşçiler de belediye şirketinin kadrosundaydı. Daha sonra kıdem tazminatlarını ödememek için, dediler ki efendim biz bunları özelleştirdik, ihale açtık, bir firmaya verdik. Çocuklara da, aynı haklarınızla devam edeceksiniz dediler, oraya geçirdiler. Çalışanı oldu, çalışmayanı oldu, öleni oldu.

O zaman arada yeni sözleşme yaptılar.

Tabii tabii. Firma ihaleye girdi, işe başlangıç tarihi koydu. O yeni firmayla sözleşme yaptı. İşçilerin bir kısmı başka iş buldu, ayrılınca tazminat talep ettiler. Firma da haklı olarak, benim tazminat verme hakkım yok dedi. 4 ay olmuş çalışıyorsunuz dedi. İşçiler 3 senedir belediyede çalışıyoruz, dediler. Belediyeye müracaat ettiler. Belediye, efendim biz o işi özelleştirdik, verdik, dediler. Dava açtılar işçiler toplu olarak. Daha sonra o işe aynı o firma gibi ben girdim, ihaleyi aldım. Yaparken işçiler dediler ki, bizim böyle bir davamız var, senden beklediğimiz adalet, dediler. Nedir dedim konu? Bizim davaya seni de çağıracaklar, bu işçiler nereden geldi sana diye soracaklar. Hiç tereddüt etmedim, biz daha önceki müteahhitten aldık, dedim. Böyle deyince, bunların müteselsilen belediyeden geldiği ortaya çıktı. Ne olur bir belediye için 1-2 milyonluk para? Kaç kişiydi onlar biliyor musun? Tahminen 300 kişiydi. Bu çocuklar şimdi ara sıra gelirler ziyaretime. Allah razı olsun. Ben bir sonraki alacağım işi reddetmek pahasına böyle yaptım. Böyle bir teklifi kabul etmiyorum, ihalenize de girmeyeceğim, dedim. Çünkü bir söz vermiştim. Gerçekten o işi yapsam ve para kazansam şu anda çok sıkılırdım. O gün o basireti gösterebildim. Gösteremeyebilirdim de. Dürüst olmak lazım. Çünkü bir işten bahsediliyor. Ama üzüldüğüm nokta şu: Bunu kurgulayan, bu işin sahibi, kime ne verileceğini, kime ne kıdem verileceğini, adam gibi bu şartnameye yazabilir; “Ey müteahhitler, bilmelisiniz ki, bu işe girenler bu işçinin hakkını verecekler. Vermezseniz paranızdan keser veririm,” diyebilir. Çünkü kamunun bu yetkisi var. Ama bilinçli bir şekilde “efendim, belediyeyi kâra geçirdik,” diyorlar. Ya nereden kâra geçirdin sen belediyeyi? İşçinin hakkı olan tazminatını gasp ettin, belediyeyi kâra geçirdin. Aslında normalde öyle bir kâr yok. Bahsettiğimiz şey 20-30 bin kişi ya, öyle basit bir iş değil. Belediye BİT’lerini öyle basit düşünmeyin. Korkunç rakamlar var. 4.000 çalışanı olan BİT var, 7.000 çalışanı olan BİT var. Bu insanların tazminatları verilmediği için belediye şirketleri kârda. Sen hakkını ver bakalım, kârda mı değil mi? Belediye BİT’lerine sen o işi niye pas ediyorsun? Aç ihaleyi, şeffaf, rekabete açık şekilde, arkadaş ben usul ve esasları yazdım, iş 12 aylıktır, 12 ay dolunca ben sana kıdemini veriyorum, de. Vereceksin, çünkü teminatı olduğu için müteahhidin, parasını alabilmek için sigorta vs. hepsini vermek mecburiyetinde. Kesin hakediş denilen bir şey var. Kesin hakedişin içine tazminatı da koy, bak bakalım nasıl oluyor? Ama devlet, hükümet yahut belediyeler yani işin sahibi bu hırsızlığı yapın diyor müteahhide. Bunun yolunu o gösteriyor. Çünkü bu dosyayı o biliyor, o hazırlıyor. Orada zımnen şöyle yazıyor: Her türlü kanuni hakları… Kardeşim, “kanuni hakları” yazıyorsun da, ben kanuni hakları hesap ederek sana fiyat veriyorum. kâr da koymuyorum. Niye bana bu işi vermiyorsun? İşçinin kanuni haklarını yazmayan adama veriyorsun işi. Başkaları yapabilir bunu. Ben kendimizi eleştiriyorum. Biz Müslümanlar olarak bu hale nasıl geldik?

1 Mayıs’tan bir iki gün önce Antikapitalist Müslüman Gençler televizyonda konuşurken Ankara’dan yeni Hak-İş Başkanı telefondan canlı bağlandı. Dikkat ettiniz mi, orada bir şey söyledi. Vicdanının bir sesi var o adamın. Dedi ki: “Açık söyleyelim. Büyük firmalarda sigortasız ve sendikasız işçi çok azaldı. Sigortasız ve sendikasız işçinin % 90’ı malesef Anadolu Kaplanları’nda.” Kim bu Anadolu Kaplanları? Muhafazakar, sözde Müslüman, mütedeyyin insanlar. Yani bu kaplanlar aslında işçinin hakkını gasp ederek kaplanlaşıyorlar. Başka birisi çalmıyor. Efendim asgari ücretle sigortalayınca iş bitiyor. Bakın, özel sektörde kendi fabrikalarında çalışanlar belediye müteahhitlerinden daha da vahim. Biz, kamu müteahhitleri olarak, şu ücret verilecek denilen o ücret kadar sigorta yaptırmak mecburiyetindeyiz. Mecbursun, sigortaya bildirim yapıyorsun o dosyayla beraber. Yani adam 1.000 lira alıyorsa 1.000 lira üzerinden sigortalıyorsun. Ama Anadolu’daki fabrikalar işçiye 1000 lira veriyorsa onun üzerinden sigorta yapmıyor. Asgari ücret üzerinden sigorta yapıyor.

İstanbul’daki orta ölçekli şirketler de öyle yapıyor.

Sistem buna müsaade ediyor. Bunu bir zenginleşme, bir kalkınma, sermayenin güçlenmesi mantığıyla görüyor. Belediye şirketleri kâr etti, diyor. Bu kâr senin değil ki. İşçinin hakkını çarptın, buraya getirdin, kâr olarak görüyorsun. Örneğin demin bahsettiğimiz şirket 10-15 trilyona yakın bir tazminat ödedi. Eğer o belediye şirketi o 10-15 trilyonu ödemese sene sonunda 10-15 trilyon kâr gösterecek. Aslında işçinin hakkı. Biz hangi paylaşımcılığından, hangi işçi hakkından söz ediyoruz? Müslümanların emek, üretim araçları, üretim ilişkileri, böyle bir dertleri olmamış. Bunları görmüyorlar. Böyle bir şey yok. “Ben,” diyor, “ona iş verdim. O da benim kölemdir, köle gibi çalışacak.”



Abreg Togan ile Söyleşi-2: 
Ortaklık Denemeleri



Buraya kadar eleştirel kısım gibi oldu. Peki ne yapılabilir sorusuna dair, kendince uğraştığınız, üzerinde düşündüğünüz neler var?

Evet. Bütün bunları konuşmak bir şey ifade etmiyor. Bir kişiyi, bir sistemi eleştiriyoruz. Ama ortaya ne koyuyoruz? Biz ne yapmaya çalışıyoruz? Ben 30 senedir bu işlerle uğraşıyorum. Benim ilahiyatçı kimliğim de var iktisatçı kimliğim de var. Biz bu olup biteni eleştiriyoruz. Bu okumalarımızı nasıl hayata geçirebiliriz, diyoruz. Nasıl bir şeyler yapalım diye düşünüyoruz. Son 5-6 senedir bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Bunun alternatifinde bir şeyler ortaya konulabilir mi, bir denemeler yapılabilir mi diye bir çalışma başlattık. Aslında kurduğumuz sistem çalışıyor. Ama lanse etmek için biraz daha oturmasını beklemek gerekir. Bu işe girişmemizin bazı sebepleri var. Bunun temeli, ahlaki bir sorunumuz var. Dedik ki bizim işlerimizin ne olacağı belli olmaz. Türkiye konjonktürüyle de alakalı. Biz çok büyümek, holding olmak niyetinde olan birisi değiliz. Ağırlıklı olarak da emeğe dayalı işler, hizmet işleri.

Uğraştığımız bir iş kolunda, bize 5 sene, 10 sene çalışmış arkadaşlarımız vardı, onlara sizi bu işe ortak edelim dedik. Ortak olması için sermaye gerekir. Biz onlardan bir sermaye talep etmedik. Onların çalışma dönemlerini, tazminatlarını hesap ettik. O işi bizzat onlar yaptıkları için, dedik ki arkadaş biz size ortaklık teklif ediyoruz. İstiyorsanız biz de size ortak olacağız. Ama hiçbir zaman hissenin büyüğü bizde olmayacak. Mesela, yaptıklarımızdan örnek olarak, bir mobilya işimiz vardı. O örnekte çok iyi de yürütemedik ama yürütemeyişimizin sebebi ilgisizlikti. Arkadaşlar dediler ki, sen bire bir ilgilenemiyorsun, yoksa bu iş gayet iyi yürür dediler. Dedik ki, siz olsanız bu işi daha iyi yürütür müsünüz? Evet yürütürüz, dediler. O halde gelin biz sizi ortak edelim dedik. Bütün makinaları her şeyi devrettik. 7 hisseden 1 hisseyi biz kendimize aldık. Sonradan dedim ki, arkadaş, siz artık oldunuz, bir abi, bir kardeş olarak biz sizin yanınızda oluruz tabii ama siz artık kendiniz devam ettirebilirsiniz. Dikkat ederseniz, biz şirketi devrederken bir Şam şeytanlığı yapmıyoruz, resmen devrediyoruz, bu sizin, diyoruz. Tazminatlarınızı hesap ediyoruz. Zaten bu işler çok büyük işler değil. 8-10 kişinin ailesini geçindirecek bir iş. Basit mobilya imalatı yapılıyor, çok büyük sermaye gerektirmiyor, 10-15 kişi çalışabiliyor, 6-7 kişi ortak oluyor. Biraz küçülttüler. Şu anda orada 7 aile, bir yerde işçi olarak çalışacağına, en azından işçinin kazanacağının iki mislini her aile kazanıyor, kendileri ortak.

Tabii onu yürütmenin zorluğu biraz da şu: O arkadaşların bu kolektif mantığı (ortaklaşa) benimsemeleri gerekiyor. Bizde biraz çalışınca ona uyanları görüyoruz. Ve onlar kendi aralarında bir arkadaş grubu oluşturuyorlar. Diyorlar ki, a biz bu işi yaparız. Eyvallah, dedik, terk ettik, çalışıyor. Geçen gün beni aradılar, gelmiyor musun, diye. Nasılsınız, dedim, nasıl işler? İyi, geçiniyoruz, durumumuz iyi, dediler. Rahatladım. Tazminatlarını hesap ettim, makinaları da devrettim. Benim derdim, verebilmeyi becerebilmek, verebilmek. Bir insan vermeyi kabullenmezse olmaz. Ne oldu? Bu insanlarla benim hukukum gayet iyi, devam ediyor. Şirketi çalıştırıyorlar, üretiyorlar, satıyorlar. Fakat bir atölye gibi çalıştırıyorlar ve daha önce bir işçi olarak kazanacaklarının bir buçuk mislini kazanıyorlar. Yanlarına da birkaç tane işçi aldılar.

Başka bir iş daha vardı. O benim çok eski işimdi. Gıda, su, meyva suyu satış yerleriydi. Eski işçilerimi, şoförlerimi çağırdım, bu işi yapmayacağımı söyleyerek başladım. Ben bu işten çıkacağım dedim. Siz bana bir teklif getirir misiniz, dedim. Hemen teklifi getirdiler, işi yapan kendileri zaten. Dediler, bize araba lazım, bunu nasıl yapacağız? Dedim ki, arabalarımı size veriyorum. Biz bunları nasıl ödeyeceğiz? Dedim, sizin alacağınız tazminatlar var, gelin bakalım. Oturduk, tazminatlarını hesap ettik. Ya yeter mi? Yetmezse sonra siz bana ödersiniz. Onları da aynı şekilde yaptık. Hatta onların depo kiralarını da 2 sene ben ödedim. Çünkü işi hemen oturtmaları zordu. Şimdi orada da 6-7 arkadaş kendi arabalarıyla çalışıyorlar, kendi işlerini yapıyorlar. Aynı yine eski yaptıkları işi yapıyorlar ama şimdi işin sahipleri onlar. Orada da kolektif bir ortam oluyor. Çünkü şehrin bir bölgesine su satan adam, diğer bölgesine aynı sudan satan adam arkadaşı değilse, birbirleriyle rekabet ederler. Ama bunlar eskiden beri o bölgelerde çalıştıkları için arkadaş olmuşlar. Bunların bir arkadaş grubu olması önemli. Birbirleriyle ailecek görüşüyorlar.

En son, geçen sene, daha profesyonel, müdür gibi, idareci gibi arkadaşlarla niyet ettik, iş arayışlarına bakalım diye. Bu işi aslında bizim yapmamız için kendileri önerdiler. Tekstil işi. Üzerinde çalışın, dedik. Gayet güzel kendi iş yerimizde yürüttüler. En sonunda dedik ki arkadaş, siz 4 ortak olun, beşincisi biz olalım. Bizi, dedim, içinizden birisi temsil etsin, ben gelmeyeyim. Soracağınız bir şey olursa sorarsınız. Şu anda yürütüyorlar. 3 tane dükkan açtılar. Bazı sıkıntıları var. Çünkü işin hacmi biraz daha geniş. Dükkan tutmaları gerekiyor. O arkadaşların da tazminatlarını hesap ettik, onlara sermaye olarak onu aktarıyoruz. İşi atölyede pişirerek onları işyerinin sahibi yaptık. Eğer işyerinde 2 sene benim telefonlarımla benim işlerimi de yaparlarken o işi oluşturmasalardı, 2 yıl önce ayrılsalardı kesinlikle batarlardı. Çünkü dükkan kirası ödeyecekler, vergi ödeyecekler, sigorta ödeyecekler, kendi ailelerini geçindirecekler. Yani buradaki gaye şu. Burada niyet önemli. Bu adamları iş sahibi yapmak niyetin var mı senin? Varsa bunu becerebilirsin.

Buradaki gaye şudur: Ben şimdi o arkadaşlara gittiğim zaman, iş yaptıklarını görünce mutlu oluyorum. Bir de, bana öbür dünyada soracaklar, bu insanların haklarını ne yaptın diye.

Kamudaki ihaleleri anlatan güzel bir söz vardır… “Güneş çarığı sıkar, çarık da ayağı sıkar”. Biz kamuya diyoruz ki, ya arkadaş bize sınır çizgisini tazminat noktasına koy. Hayır diyor, ben net ücrete bakarım. Sen bana vermiyorsun ki ben buna nasıl vereceğim? Ama kendi özel işimizde Allah’a çok şükür bunu düzelttik. Şu ana kadar sigortasız hiçbir işçi çalıştırmadık.

Bakın size bir şey söyleyeyim. O bahsettiğim ortakların bir sıkıntısı olsa beni ararlar. Benim bir ödemem olsa, para ihtiyacım olsa ben de onları arıyorum. Çünkü, onları tanıyorum, onlarla beraber çalıştım. İki şirket birbirinden faizsiz borç alıyor bak. Bu güveni tesis etmek lazım. Bu sistemi oluşturmaya gayret etmek lazım. Vermenin zevkini duymak lazım. Vermenin büyük bir zevki vardır, ancak bu zevki tam manasıyla verince anlıyorsun.

Burada önemli bir konuya değinmek istiyorum. Adama veriyorsun, al tazminatını git diyorsun. Sözde sen sorumluluğunu yerine getirmiş oluyorsun. Bunu yapan Müslüman bile çok az. Ama ben tazminat ödendiğinde bile işverenin vazifesini yaptığını zannetmiyorum. Gelmiş, ömrünü sana harcamış çocuk. 15 yılını senin yanında geçirmiş, muhasebe müdürü olarak. Ne yapacak şimdi bu çocuk? Yeni bir yere alışacak bilmem ne. Diyoruz ki kardeşim, siz de bizim gibi iş sahibi olun. Bunun bir acemiliği olacak. Anadolu’da güzel bir laf vardır. Acemi nalbant gavur eşeğinde öğrenir. Çakar, söker. Acemi nalbant da bir yerde öğrenecek. Yani siz benim firmamı gavur eşeği gibi kullanın. Burada çocuklar 2 yıl, işlerini kendileri yürütmeye başlayana kadar, normal ücretlerini aldılar, ailelerinin geçimlerini sağladılar. İşin olacağına akılları yetti. Tamam, dediler, bu iş artık tutuyor. İnternetten satıyorlar, şuradan buradan satıyorlar. Bu iş tuttu, bu iş olacak, dediler. Eyvallah, dedik. İşlerini yürütürlerken, dediler ki, bize daha geniş bir yer lazım. Uygun bir yer tuttular, orada çalışıyorlar.

Bütün bu sistemden benim çıkardığım bir şey var. Bizim çalıştırdığımız işçiye karşı sorumluluğumuz sadece onun ücretini bu sistemin belirlediği şekilde vermek değil. Sen başka yollar ara. Nedir aradığımız yol? Bu adamı nasıl bir iş sahibi yaparız? Çünkü bizim bir iş tecrübemiz var. Olur olmaz bir işe girerler, ellerindeki üç kuruşu da çarçur ederler, sıkıntıya düşerler. Fakat onları, kendilerini geçindirecek, daha rahat olacak, yanlarına 3-5 işçi alacak işlere sokuyorum. Mesela bir iş önerdiler, hayır dedim. Sizin sermayeniz bunu kaldırmaz, yarın aileleriniz sıkıntıya düşebilir, dedim. Sözümü dinlediler, girmediler. Doğru yaptılar. Şimdi ben onlara bedava danışmanım, çok iyi arkadaşım, onlar da benimle çok iyi arkadaşlar, şu anda telefon açayım, hepsi buraya gelirler, oturup sohbet edebiliriz. Öncelikle benim onlara patronluk yapmadığım fikrini onlara veriyorum. Kandırarak değil. Diyorum ki arkadaş, biz sizinle iş ortağıyız. Siz hissenizi aldınız bu işten.

Eğer işçiyi ortak olarak görürsen, ortağımdı, hissesini aldı gitti, bütün tecrübesini bana harcadı, gençliğini bana harcadı, dersin. Sen diyorsun ki, al şu tazminatını, işin bitti, git bir köşede otur. Niye ona bir iş kurmadın? Bu tecrübeye ortak değil mi adam? Onun için Müslümanların bu modeli denemesi lazım. Bırak orada değiller. Adama tazminatını vermiyor, sigortasını doğru dürüst yapmıyor. Bunları verdiği zaman kendini işçinin her türlü hakkını verdiğini zannediyor. Hayır kardeşim. O sınır, sıradan bir adamın sınırıdır. Bizim inancımızda öyle değildir. Adamı iş sahibi yapabilirsin. İşte o zaman bu iş geometrik diziyle büyür. İnsanlar ekmeklerini kazanır.

Bize yönelttikleri temel soru: Siz mülk karşıtısınız, büyük fabrika nasıl kuracaksınız? Sermaye… Bakın, ben o 4 arkadaş grubuyla beraber aslında büyük bir firmayım. Çoklukta birlik gibidir bu. Birlikte hareket edebiliriz biz onlarla. Ancak kapitalist sistem o şirketlerin hepsinin benim ve onların da benim işçim olmasını ister. Normal yürürlükteki sistem öyle. Hepsi benim olacak, hepsi de benim işçim olacak. Onu bir güç zannediyorlar. Halbuki güç o değil. Biz Müslümanlar bunu iyi yansıtamadık. Örneğin; bu el niye böyle, beş parmak? Beş parmağı birleşik yaratabilirdi Cenab-ı Allah. Parmaklar bitişik olsaydı çok güçlü mü olurdu bu el? Beş parmak olduğu için güçlüdür, çünkü bir araya gelince yumruk olur. Bak bu, çokluktan birliktir. Ne pahasına olursa olsun bu modelleri denemek mecburiyetindeyiz. Ben şimdi diyorum, bu çocuklar bu işleri yürütemeyebilir. Olabilir, mümkündür. Ama biz göz kulak olmak mecburiyetindeyiz. Yahu, 50 sefer aynı suda mı yıkanacağız? Ben bir kere yıkanmışım. 30 yıldır yıkanıyorum. Şöyle bir şey yapmayı düşünüyoruz, diyorlar. Yapmayın, diyorum, o şöyle şöyle tehlikeler doğurabilir. Mesela o arkadaşlarla biz dış ticaret denemesi de yapıyoruz şu anda ufak ufak. Bir konteynır meyve suyu satıyoruz. Ben de ortağım onlara. Geliyorlar bana, şuraya bir konteynır mal satalım, diyorlar, tecrübenizi arttırın diyorum. Peşin sat, peşin al, diyorum, şöyle yap, böyle yap, bir alış. İşte Afrika’ya gidiyor, geri geliyor. Şurada şunu gördüm, burada bunu gördüm, diyorlar, zamanla bu tecrübelerle olgunlaşacaklarına inanıyorum.

Yani işin özeti, ben camiden çıkarken, çok ağır hasta, çok mağdur olduğuna inanmadığım kişiye kolay kolay para vermem. Cami yapılmasına da çok yardım etmem. Benim bir kuruşum varsa, ben işçime vermeye çalışırım. Beni bundan mesul tutacak. Herkes bunu yapacak. Ama ben kendi işçimin sigortasını ödemeden, bu vakıflara, camilere yardım edemem. Bu camilere yardım edilmeyeceği anlamında söylemiyorum bunu. Öyle bir kastım yok. Benim ortağım bu insan, ilk önce ortağın hakkı verilmeli.

Bir gün bir işçimiz var, çok kaliteli olduğunu duyduğum. İşyerinde gördüm, hayırdır, dedim. Şoförlük yapıyor. Muhasebeci dedi ki, bunun kredi kartına haciz gelmiş. Kanunen öyledir, firmaya yazı yazılır, maaşın dörtte birini kesip oraya yollamak mecburiyetindesin. Hayırdır, dedim, niye öyle oldu? Oldu abi falan filan dedi. Çok beyefendi, çok çalışkan, çok ailesine bağlı bir adam. Bir ay sonra gene gördüm, gene öyleydi. Niye böyle oluyor, deyince, biraz hışımla odama girdi, ne yaptıracaksın bana, dedi. Ben üniversitede iki tane çocuk okutuyorum, senin bana verdiğin ücret 1.000 lira, dedi. Belediye 900 küsur lira veriyor, ben 50 lira da yol yardımı falan filan diye ilave yapıyorum. Evim 400 lira kira, 2 tane üniversitede çocuk var, dedi. Takla attırıyorum, makla attırıyorum, bu çocuklar mezun olacak, ondan sonra bakacağız, dedi. Dedim, arkadaş, sana söyleyecek hiçbir şeyim yok. 2 tane çocuğu üniversitede okutmak o kadar kolay mı zannediyorsun, dedi. Bütün hayatımı bu 2 çocuğa vakfettim, dedi. Nasıl okuyorlar? Çok iyiler, dedi. Dedim, sen yolunu bulmuşsun kardeşim. 1-2 sene sonra mezun olacaklar, o zamana kadar sürükleyeceğim, dedi. Yani söylemek istediğim şudur. Çok az cami yaptırdınız diye bize hesap sormayacaklar. Her şey artıyor. Ama aynı oranda eksilen bir şey var Müslümanlarda. Bölüşüm ve hak meselesinde ciddi sorunlar görüyorum. Benim de birçok yanlışım eksiğim yapamadığım edemediğim var ama hiç olmazsa diyorum, bizde çalışan 15-20 tane delikanlı şu anda iş sahibi oldular, ortaklıklar yapıyorlar. 3 senedir devam eden var buna. 4. seneye girmiş. Ben hâlâ diyorum ki, denenmelidir, yapılmalıdır. Keşke daha iyi yapabilsek. Ne oluyor? Yeni genç bir kadro geliyor, onlar da yetişiyor. Görüyorlar. Bu sistemin çalışacağını yeni katılan arkadaşlara uygulamalı olarak aktarıyorlar. Ben kendi firmamı verdim onlara. Yeni bir firma kurmayın dedim, bak firma var hazır. Bu bir model… Biz bugünün zamanına bir alternatif üretemezsek, ortaya modeller koyamazsak… Efendim, nasıl koyacağız? Hiç uğraşmadık ki. Uğraştık mı? Kim ne uğraştı? Hiç kimse uğraşmadı. Bana bir tane zengin Müslüman çıksın desin kardeşim… Ancak şunu yapar, ramazanda kumanya dağıtır, vakfa bilmem ne gönderir, camiden çıkarken biraz sadaka verir. Ya kardeşim, sen işçinle ortaksın ortak. Sen bu ortaklığı hallettin mi? Ne diyor Cenab-ı Allah? İki kişi ortaksa üçüncüsü ya benim ya şeytan diyor. Ortağına kazık atan Allah’a kazık atar, benim inancıma göre. Ben onları ortak görüyorum. Bir model denemesi yapıyoruz biz burada. Becereceğimize inanıyorum, iyi niyetli olarak. O arkadaşların yeterliliğiyle de alakalı biraz. Yeterlilikten de kast ettiğim, ilgi ve irtibatın devamıdır.

Bu bir nevi usta çırak ilişkisi gibi… Az da olsa benziyor.

Aslında o çocuklar bir iş yerinde 5-10 sene çalıştıktan sonra, o işte senin kadar ehiller. Fakat senin kadar imkanları yok. Sermayeleri olmadığı için cesaretleri yok. Bizim yaptığımız çalışanları ortak gibi görüp ortaklığın gereği olan. Bir şey olmaz, biz beraberiz, yürürsünüz, acemiliği burada giderin, demek lazım. Böyle modelleri hiç denemedik.

Patronun işçisine bakışıyla ilgili…

Evet. Sermayedar, çalışan bir işçi kendisinden ayrıldığı zaman şöyle bir hisse kapılıyor. Kendisine düşman gibi görüyor, ondan ayrıldığı için kendisinden bir şey götürüyormuş gibi bir hisse kapılıyor. Yani o insanın bir iradesi olduğunu, ayrılabileceğini, kendisinin ayrı bir iş kurabileceğini işte bunu kabullenemiyor. Onun için de hele hele bizim İslami camiada kendisinden ayrılan adamla konuşmuyor. Ne demek yani, sen nasıl bir iş kurduysan bunun ahlaki olan, insani olan, İslami olan tarafı, o insanın da iş kurması değil midir? Yani bu küslüğü, bu kavgayı neye dayandırarak yapıyorsun? Bir tek egona dayandırıyorsun, başka bir şey değil. Yani diyorsun ki ben patronum, bu da işçi. Hani bir şarkı var ya “işçisin sen işçi kal” diye. Bu insan kendini geçindirip işini yaparken bir taraftan da ömrünü sana harcıyor kardeşim. Yani sen gitsen, birinin yanında iki sene çalışacaksın, deseler, kişisel olarak benim zoruma gitmez ama, o sermayedarların zoruna gider. Yahu Allah onu da yaratmış, seni de yaratmış. Ne farkınız var? Bir farkınız yok, olmaması da lazım.

Bu eğitim kültürü, bu din algısı maalesef böyle bir ürün ortaya koyuyor. Çünkü bizim din algımızda patron patrondur, işçi de işçi.

Tarihimizde, zanaate dayalı işlerde usta-çırak sistemi var mesela. Buna niye sıcak bakmıyorsunuz?

Ben bunu tecrübe açısından gerekli ancak netice açısından yeterli görmüyorum. Bunda da bir yöneten ve yönetilen var, yani tam bir ortaklık yok orada.

Ama bu sonra ortaklığa evriliyor ve çırak da nihayetinde usta oluyor.

Hayır. Ortaklık, farklı bir tanımdır. Bunlar çalıştırıldığı zaman ortak olarak görülmesi lazım, çalışanlar aslında benim tecrübemin de ortağıdırlar. Çünkü ben onlarla birlikte çalışırken bu tecrübeyi elde ettim. Yani onlar iş ürettiler, ben yönettim. Bu tecrübe bireysel olarak benim tecrübem değil.

Orada patron olarak şeffaf davranmanız gerekiyor.

İşte ben onu söylüyorum. Yani benim kanımca, bu iş yapabilme becerisi bende bir tecrübe birikimi oluşturuyor. Şimdi, aslında bu tecrübe yani ilim olarak kabul edelim ilim sadece benim değil ki, aslında tüm çalışanların emeğiyle oluşan bir tecrübedir. İşte bugünkü temel sorun buradan kaynaklanıyor zaten. Yani sermayedar diyor ki, bu fabrikayı ben kurdum, ben olmasaydım sen çalışamazdın. O çalışmasaydı da sen fabrika kuramazdın. Bir de tersinden bak olaya kardeşim. Ben bu tecrübeye nasıl eriştim? Genel olarak daha fazla uğraştığım için bunu kazandım. Peki bu tecrübede işçinin payı yok mu? Ya, al sen tazminatını git, diyorlar, bunu bile yapmıyorlar. Ben de diyorum ki, bunlar benim yönetim bilgimin ortakları. Buradan pay vermem lazım bunlara. Diyorum ki, şöyle bir iş var veya onlar bir iş öneriyorlar veya benim bırakmak istediğim bir iş var. Bu işi biz istiyoruz dedikleri zaman hadi gelin yapalım diyorum. Onlara hadi gidin, siz ne yaparsanız yapın, demiyorum. Bana ihtiyacınız olduğu her zaman bana sorabilirsiniz. Ben de sizin bir yanlışa doğru gittiğinizi görürsem sizi uyaracağım. Ben onları yönetmek istemiyorum. Ama bende olan tecrübeyle onlara diyorum ki, bakın ben böyle görüyorum, alın bir bakın dediğim zaman bakarlar. Bu farklı bir yaklaşım, müslümanın bunu anlaması lazım.

İşverenler “ben şöyle ettim, ben böyle ettim” diyor. Sen yalnız başına hiçbir şey etmedin. Onlar birlikte etti, görünen yüzüsün sen bu işin. Sen sadece temsil ettin. Bu işin altında bu adamların hepsinin emeği var. Bu adamlar olmasa sen yoktun. Hele hele hizmet işlerinde bu çok daha önemli. Yani onların katkısıyla aslında sen bu bütün olup bitenin görünen yüzüsün. Sana kalsa, sen yapmış oluyorsun. İşte bu kapitalizmin gerçek yüzüdür. Müslümanın böyle düşünmemesi lazım. Müslüman işçisini ortak görmek mecburiyetindedir. Ama az hisse ama çok hisse. İşçi, işveren, bunlar bizim terimlerimiz değildir. Bugünkü anlamı itibariyle söylüyorum. Bu nedir? İşveren işçisini istediği zaman çıkarabilir. Bugünkü modern işçi hakları bile bizim Müslümanların mantığından bile daha ilerde. Hiç olmazsa ihbar verdiriyor, süre tanıyor. Ama bizimki ne, şeyh-mürit ilişkisi üzerine kurulmuş. Şeyh dedi müride, git! Hadi, gideceksin. Gel dedi, geleceksin. Böyle bir şey yok kardeşim. O senin ortağın.

Burada çaycıya bile, “Ayşe Hanım çay getirir misin?” diyeceksin. Yemek yapan bir bayan var. Diyorum ki en çok değer vereceğiniz budur. Onun yaptığı işi hiçbirimiz yapamayız. Bu yüzden, akşama kadar simit satan ve kazandığıyla ailesini geçindiren bir adamdan daha onurlu bir adamın bu ülkede yaşadığına inanmıyorum. Bir berber büyük onura sahiptir. Adamın kulağının kılını alıyor. Onun için bana sorarlarsa ben esnafım diyorum. Hiçbir zaman ben tüccarım demedim. Onun içini kendime göre dolduruyorum. Sonuç itibariyle ben, bu bizim Müslüman işadamlarının böbürlenerek, her şeyi kendilerinin becerdiğini zannederek, 3 kişiye iş verip acayip havalara bürünmelerinden rahatsızım. Geçen gün karşılaştım. Bu cenahtan çok büyük bir tekstil firması sahibi. Kendini nasıl anlatıyor? İşte şöyledir, böyledir falan. Dinledim dinledim. Sonunda dedim, ya işçinle münasebetin nasıl? Hele hele senin işin tamamen personele dayalı. Ben buradan bakarım senin büyüklüğüne. Senin kalıcılığın da buradadır. Ama bu onun hiç meselesi değil. Ne diyorsun ya, diyor sana. Onun meselesi başka: Ne kadar mal satmış, ne kadar ihracat yapmış, ne kadar acayip makinaları varmış.

Peki bu adama antikapitalist gençler “abdestli kapitalist” deyince niye kızıyorlar? Kapitalistler gibi aynı şeyi yapmıyor mu? Hem de daha katı şekilde. Fark olarak da sadece göstermelik olarak cuma günleri camiye gitmelerine müsaade ediyoruz. Onun dışında başka bir şey yok. Daha iyi yemek mi veriyorlar, ne yapıyorlar? Daha iyi ücret mi veriyorlar. Kapitalist mantık beynine çakılmış ya, bu fabrikayı ben kurdum diyor. Ben yaptım diyor. Bir de şöyle acayip bir ifade kullanıyor. “Efendim, biz 200 kişiye ekmek veriyoruz burada.” O sana ekmek veriyor, o çalışmasa sen aç kalırsın. O altındaki jipe de binemezsin. Hiçbir zaman gerçeği söylemediler. Çalışmasınlar bakalım, bir gün ekmek veriyor mu onlara. Ama söylem şekline dikkat. Bu söylem bile hatalı bana göre.



Abreg Togan ile Söyleşi-3: 
Din Algısı, Müslüman İşadamı Tipi ve Özelleştirmeler



Bazı ilahiyatçılar, Müslümanlıkta işçi-işveren diye bir şey yok diyor mesela, Kuran’da böyle bir şey yok. Ama öyle söylüyor ki, soyut bir şey gibi. Pratikte bunun hiçbir anlamı yok aslında.

Meseleyi kıvırtmaya gerek yok, kitabın ortasından konuşmak lazım. Bugünkü Türkiye’nin temel sorunları: işçi-işveren ilişkisi, müslüman tüccar-piyasa ilişkisi, Türkiye’nin siyasi döngüsü, aile içi ilişkiler, cemiyet içi ilişkiler… Bütün bunların temelinde bireysel olarak hiç kimsenin suçu yok. Suç, bize belletilen din algısındadır. Bütün bu sorunların görünen yüzünü iki defa kazı, altından bu çıkar. Hatta bazı konularda tek kazışta bulursun bu algı sorununu. Neden din sorunu peki? Çünkü bu topraklarda insanın kodunda din vardır. Bu kod nasıl enjekte edilmişse ürünü de öyle veriyor. Bakın bize din sadece “işçinin hakkını alın teri kurumadan verin” diye sloganik bir şekilde içi doldurulmadan ezberletilmiştir. Bu bir öğretme metodu değildir. Bize emek-sermaye ilişkisi bağlamında din tanıtılmadı. Eğer tanıtılsaydı, bir ortaklık ilişkisi olarak tanıtılacaktı.

Din bize şeyh-mürit ilişkisi (yöneten-yönetilen) olarak tanıtıldı. Eğer öyle tanıtılmasaydı, bu Kuran’ın tek tek her insana indiğini anlayacaktık. Bunu pek çok şekilde örnekleyebiliriz. Kadın-erkek ilişkilerine de götürebiliriz. İtaat kültürüyle yetiştirildik, tenkit yoktur bizde. Tenkit demek, karşı gelmek değildir. Tenkit demek karşımdakinin söylediğini aklım ve vicdanımla değerlendirerek içselleştirmem demektir. Bugünkü Müslüman müteahhit tipi aslında kendileri kötü oldukları için ortaya çıkmadı. Nedir peki? Bunlara din ve din kaynaklı ilişki biçimi hap gibi yutturulduğu için bağırsaklarını patlattılar. Parayı hazmedemedik, ilişkileri hazmedemedik. Aslında bir çok arkadaş vay bu halimize diyor. Bundan ne anlaşılması gerekir? Bu vahiy bize ne söylüyor, ne amaçlıyor, bunu hiç araştırmadık. Hacı efendi söyledi, hoca efendi söyledi, küt diye aldık. Bana şu an din nedir diye sorsalar, iman kelimesini bir kenara koyarak, tenkit derim. Bu vahyi anlamak için tenkit etmek lazım. Yaşamdaki çelişkiler neden oluyor, kim nasıl sebep oluyor, vahyin ışığında sorgulamak lazım.

Bize ne öğrettiler peki? Duymuşsunuzdur, ben 30 yaşıma kadar onu duydum: Görev istenmez, verilir. Bundan dolayı, ben şu işi iyi bilirim,bu işe talibim diyemezsin. İşte bu bakış açısı bütün meselelerimize sirayet etti.

Sizin bu ortaklık girişiminiz, vicdana dayalı istisnai münferit bir örnek olmaktan çıkıp ahilik gibi, ahlaka dayalı bir kurumsallaşmaya nasıl dönüşebilir? Nasıl yaygınlaşabilir? Bunun kurumsallaşması lazım ki bir anlamı olsun çünkü. Bir dönüşüm olacaksa, bu ufak bir grubun, bir iki kişinin yapacağı bir şey olamaz, topyekün halkın yapması gereken bir şey. Sonuçta halk bu kapitalist ilişkilerden rahatsızlık duyuyor. Hem kapitalizmden rahatsız, hem de Müslüman olarak rahatsız bu durumdan. Bir yandan karamsar bir tablo var. Mesela adam diyor ki, ben olduğum için 200 kişi var. Biz de diyoruz ki, hayır, o 200 kişi olmazsa sen olmazsın, onlar sayesinde ekmek yiyorsun…

Aslında oradaki herhangi bir işçiyi patron yapsan o da o patron gibi davranacak. Çünkü bu öğreti sisteminden bu çıkıyor. Onun eğitim kodlarında o var. Bu bir dönüşüm meselesidir. Bize fil hep arkadan tanıtıldı, neticesinde de onu et yığını olarak gördük. Lakin, Allah’a iman etmek ona güvenmekle alakalı bir şeydir. Ben, bu çalişanlara bu imkanı verdikçe, ibadet ettiğime inanıyorum. Size bu ne acayip adammış dedirtmek için, o imajı vermek için konuşursam ben kaybederim. Ama doğru bildiğim şeyi elimden geldiğince anlatabiliyorsam, o zaman kendimi ibadette görürüm, bu da bir ameldir benim nazarımda.

Ben şunu diyorum: Bu din algısı değişmediği sürece… Daha temelden söylemek gerekirse, melankolik-şizofrenik bir Allah inancından sirayet eden bir din algısıyla bu insanlar ancak bu kadarını yapabildiler. Mecnun’un Leyla’yı araması gibi bir Allah inancı empoze ediliyor bize. Müslüman Allah’ını böyle aramaz, vicdan-akıl merkezli bir arayış emreder.  Ben 30 yaşıma kadar, namaz kılarken, hocaların, sözde alimlerin söylediği gibi Allah’ı düşünmeye çalıştım. Ama hiçbir zaman düşünemedim. En sonunda bir boşluk olarak düşündüm. Ben Allah’ı düşündüğümü sanıyormuşum. Ve bir gün dedim ki, bu bana öğretilen Kuran bu toplumsal olaylara çözüm üretemez. O zaman da küfre düştüğümü düşündüm. Dedim ki, bana verilen bu hapı aldım, içinde ne var gerçekten bilmiyorum, bu hap bana çare olmuyor. Bu öğretilen şekliyle çare değildir, diyordum. Sonra, ben kendime inen bir Kuran gözüyle baktım, bu toplumsal sorunlara nasıl çözüm üretmiş Kuran, bunu gördüm. Evet, bu kitapta çözüm var, yeter ki Kuran’a temel vahiy prensipleri çerçevesinde bakılsın. İnsanlar, asırlarca tefekkür ve tezekkür denklemi dışındaki yaklaşımlara meylettirildiler, toplumsal sorunlara deva olamadılar. Eğer, eşitlik, adalet, özgürlük, hak hukuk perspektifinden bakılsaydı (tam da Kuran’ın bize emrettiği gibi) sanırım bu halde olmazdık.

Ben bir kapitalist olsam 3 keçi daha katmaya çalışırım sürüme. Ama ben öyle değilim ki. 3 keçi bana fayda değil diyorum. Ben o hapı bırakınca, hayır, diyorum, bu 3 keçinin fazla olması bana bir kâr getirmiyor. Bana başka bir şey kâr getiriyor. Bölüşebiliyorsam en güzeli… Bizim köydeki Mehmet Efendi’nin din algısı, eğer içindeki vicdandan beslenen tefekkürü içeriyorsa, bir alimin din algısından özü itibariyle daha az değerli değildir. Hacim itibariyle küçüktür. Bakın içinde adalet, ama eşitlikçi adalet, hak hukuk kavramı varsa o adamın içinde, bu verdiğim paye az bile. Eğer az bilene bu toplum cahil diyorsa, bu toplumun bütün kodlarının değişmesi lazım. Halbuki bizim dinimiz az bilene cahil demiyor. Ebu Cehil cahil miydi? Hayır, tüccardı, devrin ileri gelenlerindendi. Ama mala, mülke,  heva ve heveslerine teslim olduğu için cahildi, elindeki bu imkanlarla büyüklük taslayıp, insanlara tahakküm ediyordu. Onun için bu çağrıyı doğru yapmak mecburiyetindeyiz. Efendim, o üzülecek, bu kırılacak diye oturduğumuz yerde duramayız.

Dünya hayatı iki şey üzerinde döner: sermaye ve emek. Bu ikisinin arasındaki ilişkinin türlerinden sevap kazanırsın, günah kazanırsın, zulüm yaparsın. Biz bu ikisi arasındaki denge noktasını (sırat-ı müstakim) belirlersek işte o zaman çok şey kazanırız. Peki bu denge noktası, bizim inanç değerlerimizde var mıdır? Evet vardır. Peygamberimizin hayatı ve sünneti tamamen bunlarla alakalıdır. Ama bize bu öğretilmedi, kendimiz de kafa yormadık. Düşünme, sorgulama, tefekkür ve tezekkür kabiliyetini yitirdik. Tefekkürü hindi gibi aval aval bakmak, tezekkürü temel kodları (emek, adalet, eşitlik, özgürlük) vurgu ekseninden çıkarıp sadece ritüellere bağlayan bir cemaat ve ana işlevinden (dayanışma, yardımlaşma) uzaklaştırılmış bir cami söz konusu bugün. İmam çıkmış kürsüde faizden bahsediyor. Neden bahsediyorsun, cemaatin hepsi faize bulaşmış, sen dahil… Balatayı sıyırmış arabaya benziyor bu. Debriyajı çekiyorsun ama hareket falan yok. İnsanları kendilerine getirmek, bunun yöntemlerini aramak lazım.

Bir kere bu gerçeği algıladığın zaman, bir şeyler yapmak mecburiyetindesin. İnanacaksın ya da inanmayacaksın bu meseleye. Eğer inanıyorsan güveneceksin. Bu çağrıyı yapmak lazım. Bu, toplumda karşılık bulur. Ama bu çağrıyı gereği gibi yapmak lazım.

Ben siyaset denilen kurumu şöyle görüyorum. Birisi dağa karşı bağırır ve dağdan cevap gelmesini bekler. Siyaset budur. Zamanını bilmek lazım. Öğlen bağırırsan bu gürültüde bir ses duyulur mu? Vaktini, yükseltini, ses tonunu ve hangi vadiye doğru bağıracağını iyi bilmen lazım. Bize peygamber sünnetinin öğrettiği budur. Onun için bu söylemi dillendirmek lazım. Yoksa hepimiz vebaldeyiz. Kuran ile insanların arasına birileri bariyerleri koymuşlar, kimsenin Kuran’a ulaşmasına imkan vermiyorlar. Her yerde hurafeler. Yüz tane hurafe radyosu var. Gece gündüz insanları uyutuyorlar, temel prensiplere (hak, eşitlik, adalet, barış vs.) vurgu yok.

Ne zaman emek-sermaye ilişkisi üzerine konuştuk? Efendim olmuyor. Yahu hiç konuşmadık ki! Bu bizim gündemimiz değil sandık. Ana gündem maddesini dışarıda tuttuk, işin teferruatıyla uğraştık. Bir uğraşalım, bir konuşalım bakalım. Yüzlerce başörtüsü eylemi yaptık. Ama bir gün Müslümanlar işçi hakları için ses çıkarabildi mi? Ne bekliyorsun? Hiçbir şey söylemedik ki. Sonra da diyoruz ki, bu dağdan ses gelmiyor.

“Müslümanlar işçi hakları için bağırmadı,” diyoruz. Ama o hak, işçilerin kendi hakları aslında. Yani müslüman bağıracaksa, başkası değil, kendisi işçi olduğu için bağıracaktır zaten.

Biz Müslümanlar olarak, işçileri –bağıracaksalar bile– bağırtmamak için uğraşırız. Ben sorunu başka mahallede aramam. Kendi mahallemde ararım. Niçin? Terbiyeli dediğimiz, hak aramayan, sorgulamayan, itaatkar işçi tipini Müslüman işçi tipi diye sunduk. Yahu kitabı kaptık, yoksula fakire bununla alakalı söz söyleme hakkı bırakmadık. Kendi hakkının o kitabın içinde olduğunu göstermedik biz. Yok dedik, biz sana ne söylediysek sen onu yapacaksın. İşin özeti şu: Bir söz vardır: “Haraba kul olduk bezm-i dünyada, azad olsak da bir olmasak da bir.” Biz haraba kul olduktan sonra, özgürmüş gibi yapamayız, Müslüman gibi göremeyiz. Yanlışa ve kötüye kulluk ederek Müslümanlık taslayamayız.

Biz topluma hep kötü örnek olduk. Gençliğimizde, Türk filmlerinde zalim ev sahibi olarak gösterilenlerin hep böyle hacı baba, tespih elinde kişiler olduğunu görür ve çok kinlenirdik. Müslümanları hep böyle gösteriyorlar, bilerek yapıyorlar, diyorduk. Bu bir yere kadar doğru olabilir. Ama toplumda bunun karşılığı olmasaydı böyle bir tip ortaya çıkmazdı, sürdürülemezdi, karşılık bulmazdı. Bu gerçekten böyle. “Mülk Allah’ındır” diye yazar. Ama Allah’ın hissesini hiç takmaz. İmamların % 90’ını toplayın şöyle bir soru sorun: Sizin dininizde emek-sermaye ilişkisi nasıldır? Ne diyorsun ya, komünist gibi konuşma, derler. Niye? Çünkü bunlar bizim literatürümüzde yok sayıldı.

Ama kul hakkı derseniz anlar.

Kul hakkını da nasıl anlıyor? Bayram namazı öncesi çıkıp fitre diye verdiğin üçkuruşu, birkaç fakiri doyurmayı anlıyor. Bizim imam, safa dizilmeyi, ayak parmaklarının aynı hizaya gelmesinden ibaret sanıyor. Safa dizilmek, yanındakini tanımakla alakalı bir şeydir. Namazda selam veriyorsun mesela, bu nedir? Sağım solum, sizinle barış, kardeşlik ve eşitlik ilan ediyorum, demektir. Ama adam yanındakini tanımıyor. Kimse kimseyi tanımıyor, zengin fakirin halinden anlamıyor. İki adam namazdan çıkınca biri simit satmaya gidiyor, diğeri fabrikasının başına. Aynı safta namaz kılmışlar ama birbirlerinden haberleri yok. Bunu da bize şöyle satıyorlar. Efendim bizim dinimiz öyle bir dindir ki, fakiri de zengini de aynı safa getiriyor, ikisini de secdeye vardırıyor. Yahu Allah zalim mi ki, seni böyle eğip büküyor. Allah seni eşitleyerek ders veriyor. Ama maalesef işin şekilciliğine takılmış, ruhunu kaçırmışız.

Bir müşahhas örnek vereyim. İkitelli Sanayi Bölgesi’nde iş yerlerinin ortasında insanların evlerine uzak bir yerde bir cami var. Buranın imamını duyuyorum. Şöyle vaaz ediyor, böyle vaaz ediyor, diyorlar. Ben de arada denk geldi, birkaç sefer uğrayıp dinledim. Bir gün de arkadaşlar, Hoca gelecek, sen de gel çay bahçesinde oturalım, dediler. İstemeyerek de olsa gittim. İşte tazim gösteriyor falan. Yahu dedim, bir işe yaramaz bu hoca. Ne diyorsun falan dediler. Yahu dedim 3 defa vaazını dinledim. Allah sana işçi ve işverenin bol bulunduğu bir yerde vaizlik yapma nimeti vermiş. Ama sen hiç işçi hakkı konuşmazsın. Yok caminin mermeri, yok sergiyle para toplamadan bahsedersin. Bir gün de o işçilerin durumunu düşünerek şöyle bir şey dedin mi? “Ey işverenler, duyuyorum, görüyorum, yılda ikişer üçer defa umreye gidiyorsunuz ama bu işçileriniz burada aç, perişan.” Senin yerinde olsam, fabrika fabrika dolaşır, patronlara çıkarın şu işçilerin bordrolarını derdim. Bunu söyleyince kızdı falan. Ama ikinci gün beni aradı ve vallahi doğru söylüyorsun, dedi. Dedim ki, sen söyleyemezsin zaten. Senin paranı oradaki 4 tane fabrikatör veriyor. İlk önce bunu bırak. Geçinmem için şu torbaya 25 kuruş atın, de. Bak göreceksin o işçiler patronlardan çok atarlar. Ama yeter ki hakkı savun.

Şu temel meseleyi anlayamazsak bu iş yürümez. Ben bugünkü aile içi şiddetin temel nedeninin ekonomik olduğuna inanıyorum. Bir örnek: Meşrubat depom varken bir arkadaşım vardı. Zor bela konuşarak adamı ikna ettik muhtar yaptık. Bir gün aradı, “ben bu muhtarlığı bırakacağım, mahalle sorunlarla dolu, bense bir şey yapamıyorum,” dedi. “Madem beni muhtar seçtiniz, işsiz iki adam var, bunları depona al çalıştır.” Olur dedim. Geldiler, birisi hafif spastik özürlü, birinin de tek gözü görmüyor, bir ayağı da hafif sakat. Su şişeleriyle meşrubat şişelerini ayıklamak lazım. Bunu yapın dedim. Pek de iyi çalışamıyorlar. Onların yaptıklarını başkaları tekrar düzeltiyor. Yurtdışından çok değer verdiğim bir arkadaşım geldi ziyaretime. Birkaç gün bende kaldı. Bu arkadaşları da işyerimizde tanımış oldu. Dedi ki, sen yanlış yapıyorsun, gönder bunları evlerine, maaşlarını evlerinde ver. Hoşuma gitti bu fikir. Neyse, çağırdım bunları, siz evinize gidin, sigortanız devam edecek, burası çalıştığı sürece de ücretlerinizi yollayacağım. Birisi kabul etti. Diğeri, spastik olan arkadaş ise geri döndü. Seninle bir şey konuşabilir miyim, dedi. Dedi ki, ücretimi yarıya indir ama ben bu işe her gün gidip geleyim. Niye dedim? Biraz zorlayınca, eşim iki yıldır bana karılık yapmıyor, çocuğum bana bakmıyordu. Ama şimdi karım yemeği önüme getiriyor, çocuk eve girince boynuma sarılıyor, hani çikolatam diye. Yani adam diyor ki, benim kazandığım bu ekmek bana aslında tekrar şahsiyetimi kazandırdı. Ne müthiş bir ders, ibret alana.

Yahu evdeki eşlerin durumunu düşün. Evde ne konuşur bu insanlar paradan, ekonomik sıkıntıdan başka? Niye? Aldıkları para yetmiyor da ondan. Yöneticiler diyorlar ki, eskiden asgari ücret şuydu, bugün bu kadar oldu, şu kadar arttı falan. Yahu kardeşim eskiden zaruri gider 5 kalemdi, şimdi 15 kalem oldu. 15 sene önce cep telefonu diye bir giderimiz var mıydı? Şimdi gerekli bir ihtiyaç. Ücret içerisinde zaruri gider kalemlerinin oranı yükseldi. Cep telefonu zaruri bir şey artık. Yetişkin bir çocuğun baba bana kontör yükle dediği zaman alacağı olumsuz cevap karşısında neler olabileceğini düşünebiliyor musun?

Bütün bunlarda temel sorun, üretim ilişkileri sorunudur. Bugün bankalar kudurmuşçasına para topluyorlar. Yıl sonunda halka açık şirketlerin bilançoları açıklanır. Büyük firmaları inceleyin. Bilançoları şöyle çıkar: Faaliyet gelirleri 5 lira, faaliyet dışı gelirler 55 lira. Nedir bu faaliyet dışı gelir?

Devlete verdiği borçların faizi…

Evet. Büyük firmalar aslında banka gibi, devlete borç vermekle geçiniyor. Bizim başbakanımız da çıkıyor manşet attırıyor: Good bye IMF. Yahu Mehmet’e borcun olacağına Ahmet’e olmuş. Türkiye’deki ihracatın ithalatı karşılama oranına bir bakın. İhracatın ithalatı karşılama oranı gittikçe geriliyor. Ana veri budur, üretim-katma değer bununla değer bulur.

Bir arkadaşım var. 25 kişi çalıştırıyordu, kapı kolları yapıyordu. Bir gün gittim fabrikada tık yok. Ne yapıyorsun, dedim. Dedi ya dayanamadım. Kapattın mı, dedim. Yok dedi. Artık oğlanı Çin’e yolluyorum. İki ayda bir konteynıra yükletiyorum orada malları, burada satıyorum. Burada sigorta falan bunu karşılayacak durumum yok dedi. Katma değere bakar mısın. Oradan geliyor mal. Sadece civatalarını takıyor. İthalat büyüyor. Bunu ihraç ettiğini farz et başka bir ülkeye; ihracat da büyüyor. Böylece, gayrisafi milli hasıla da büyümüş oluyor, sonra fert başına düşen milli gelirde artıyor görünüyor. Ancak, ana veri olan ihracatın ithalatı karşılama oranı düşüyor. Buna bağlı olarak gerçek üretim geriliyor.

Türkiye’de enflasyonu canavar olarak yansıttılar, yeneni de kahraman gibi gösterdiler. Halbuki enflasyon canavar filan değildir iktisatta. Enflasyonun çoğu canavardır. Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için biraz enflasyon iyi bir şeydir. Ateş gibidir, canlı tutar, diri tutar. Doğru iktisat politikalarıyla yukarıdakilerle aşağıdakilerin arasındaki makasın kapanmasında kullanılabilir.

Memur zamlarına ne diyorsunuz?

Geçen gün açıklandı işte zamlar. Bu ülkede her şey güllük gülistanlık, ekonomi müthiş, büyüme oranımız Çin’e yaklaştı. Sayın Başbakan çalışanlara % 3 zam açıklarken, daha fazla verirsek Yunanistan gibi oluruz, diyor. Bu çelişki değil mi? Yahu arkadaş, sen uçtuk yükseldik, işte Çin % 11 büyüdü, biz de böyle büyüdük diyordun. Bu büyümeden bu çalışan pay almayacak mı? Almayacak.

Bunları daha birkaç gün önce, 1 Mayıs’ta işçinin-memurun hak taleplerini dile getirecekleri yerde kürsülerine bakanı çıkarıp alkışlatan sarı sendikalara sormak lazım. Neye benziyor biliyor musun? 11 Eylül’de kan gövdeyi götürüyordu, 12 Eylül’de her şey sustu diyorlar ya. Neydi bu? Darbeye zemin hazırladılar, olayları manipüle ettiler, deniyor. Ben aynı ona benzetiyorum. Bakanı kürsüye çıkarıp alkışlatanlar üç gün sonra % 3’le karşılaşıyorlar ama ciddi bir tepki vermiyorlar. Bu nasıl yaman bir çelişki? Peki Memur-Sen temsil hakkını bileğinin hakkıyla mı kazandı? Hangi siyasi baskılarla yapıldı bunlar? Bunlar sendika değil, sarı sendika. Ben üniversitede mezuniyet tezimi sendikalar üzerine yazdım. Bu sendikalar çalışanın hakkını savunmak için kurulmamıştır. Hiçbir şey de savunamazlar. Şimdi dananın kuyruğu kopacak. Sendikalarla zam pazarlığı yapıyorlar. Eğer % 3’te ısrar ederlerse demeyecek mi insanlar, “hani ekonomimiz büyümüştü, bu oran nedir?” diye. Merak etmeyin dananın kuyruğu kopmaz %4 yapar, anlaşırlar nitekim anlaştılar.

Bizi Yunanistan’la korkutuyorlar. İşçiye gelince Yunanistan’ı, büyümeye gelince Çin’i hatırlıyorlar. Çin de işçisini ezdiği için büyüyor. Başka bir şey değil. Adamların tuvalete bile gitmeye izni yok. Birleşik kaplar teorisi işte. İşte belediye şirketi kâra geçti. Hangisi kâra geçtiyse gidin bakın işçisini eziyor. Efendim çıkıyor, çok zeki iş adamı. Yahu onun zekiliği çalmakta. Zekiliği, uyanıklığı, işçisinin hakkını yiyen, bu verilerle işini büyüten adam olarak gördük.

Antikapitalist Müslüman Gençler hareketine nasıl bakıyorsunuz?

Arkadaşlar güzel söylediler, biz camide namazımızı kılıp, meydana namazımızla geldik, namazımızı bırakıp gelmedik, dediler. Ermeni meselesi, kürt sorunu, bunları kendi aralarında tartışabilirler. başka meseleler de tartışılmalıdır ancak isimlerine atıfla daha çok emek-sermaye ilişkileri ve bu konularla alakalı kapitalist sisteme dönük eleştirilere, kendi yaklaşımlarına, alternatif önerilerine yoğunlaşmalıdırlar kanaatindeyim. Felsefi tartışmalardan çok hayatın pratik gerçekleriyle ilgilenmenin gerekliliğine inanıyorum. Biraz sindire sindire, boşlukları doldurarak uygulama pratikleri geliştirerek sürdürmek lazım. İşçilerin, ezilenlerin, mağdurların hakkı için bir araya geldiklerine göre, pratik hayatla ilgilenmek mecburiyetindedirler. Ana söylemindeki hamlıkları, boşlukları gidereceksin. Sen kendi köklerinden, değer yargılarından, imanından koparsan, aynı bazı solcuların yaptığı gibi teferruatlarda ve felsefi tartışmalarda boğulursun, hiçbir şey yapamazsın. O temel kodun duracak. Bu tür çıkışları pohpohlarlar, bu arkadaşlar da genç, sen başkalarını eleştirirken bu gaza gelir, bu trene binersen yazık olur. Ne yaptığını bilen kararlı bir şekilde gitmek lazım. Bununla birlikte önemli bir çıkış, vicdanlı bir çığlık olarak görüyorum.

İslam iktisadı alanında çalışan bazı akademisyenler var.

Bir şeyleri teorik olarak söylemek kolay, eşitlik adalet özgürlük… Bunu pratikte nasıl uygulayacaksın, mesele burada. Dünyadaki örnekleri bilmek lazım. Trampa mrampa bir şeyler söylüyor mesela bazıları. Bunlar bana bu zamanın söylemi gibi gelmiyor pek. Biz bu zamanda bu şehirde söylem geliştirmek mecburiyetindeyiz. Yani her konuda zamanın sözünü söyleyebilmeliyiz.

Olacak inşallah. Bazı insanlar var, tam gerçekliğin ortasında, hayatın içinde, somut durumu biliyor. Bazıları da bunun teorik temellerine, tarihte nasıl yapıldığına bakıyor… Ne o tek başına yapabiliyor, ne o tek başına yapabiliyor. İşin akademik tarafı da değerli çünkü bunun tarihte nasıl yapıldığını anlamadan bu zamanda gerçekleştiremeyiz. İslam iktisadıyla ilgilenen ve emek meselelerine giren insanlar var. Bunları buluşturmak, kaynaştırmak, söylediklerini sentezlemek lazım. Akademisyen diye kenara ayırmaktansa değerlendirmek lazım. Onlar değerlendirmesin kendi fikirlerini, o problem değil, biz değerlendirelim.

Karşılaştırmalı şeyler de yapabilirler, başka şeyler de yapabilirler. Müşahhas bir örnek vereyim, ben şuna çok karşıyım mesela. Bizim Çerkes derneklerinden arkadaşlar dediler ki, “kültürümüzü kaybediyoruz, temel değerlerimiz yok oluyor, bunları yaşatmamız lazım, bunun için Tekirdağ tarafında bir arsa alıp köy kuralım, müthiş bir şey olur.” Ben ise, bu yönteme kökten karşıyım, dedim. Siz hayatın içerisinden çekilip bir fanus içinde yaşamaya başlayacaksınız ve bunu bir model olarak sunacaksınız. Toplum mühendisliği gibi bir şey bu, doğru değil ki. Herkes yazın köylerinde, kültürünü yaşasın, bu olumsuzlukları mahallinde tartışalım, konuşalım, dese… Demiyor, çünkü o hayatın gerçeği. Öbürü film. Hayat yaşamın içerisinde pratikle yüz yüze gelinerek çare aranırsa inandırıcı olur. Biz çözümü ve çareyi hayatın içinde aramalıyız.

Bir de daha büyük özelleştirme hikayeleri var.

Bakın, dikkat edin, şimdi otopark mafyası diye bir muhabbet çıkardılar, bugünlerde konuşuluyor. Türkiye’de hiçbir şey kendiliğinden gelişmez. Durup dururken Değnekçi Yasası nereden çıktı? Paraya müteallik bir şey varsa, bunun arkasındaki bilmeniz gerekir. Hatırlayın, İDO 860 milyon dolara satıldı, özelleştirmeden hemen sonra Yeni Şafak manşet attı: konu ile ilgili bakan için “TAV Bakanı” dedi.. Hükümetin bakanı için Yeni Şafak gazetesi “TAV Bakanı” yazar mı? Ne oldu biliyor musunuz? İhale dosyasında zeytinin kalibresiyle oynadılar burada da. Açık artırma olduğu için, 860 milyon dolara bağladılar, çıktılar işin içinden. Sonra ne oldu? Bir yönetmelik değişikliği yapıldı ve TAV’a Türkiye’nin bütün limanlarında sefer yapma yetkisi verildi. Eskiden İDO’nun hattı belliydi. İhaleye katılan başka bir firma dedi ki: “Biz 800 milyonlarda kaldık. Eğer bu yetkinin verileceğini bilseydik, 1 milyar 300 milyon dolar verirdik.” gazete aynen böle yazdı. Önce ihale edip daha sonra yönetmelikle işi kârlı hale getirmek vs.

Bakın, izleyin şimdi. İstanbul’un bütün otoparklarının % 99’unu, büyük bir başarı diyerek, hatırlayın, değnekçileri temizledik, şunu yaptık, bunu ettik, dediler, İSPARK aldı. Geçen sene Koç, İSPARK’ı özelleştirsinler, 4,5 milyar dolar veririm, dedi. Belediyenin en kârlı, en kral işi; 24 saat tıkır tıkır para kazanacak iş. Şimdi bunu pazarlıyorlar. 3.500-4.000 tane para toplayıcısı var, bahsettiğim şartlarda, taşeron firmalarda çalışan. Şimdi, bunu yasaya bağladıktan sonra özelleştirecekler. Değnekçilere, yani bir köşeyi tutup da park yaptıranlar var ya, bunlara ağır cezalar getirecekler, belki gasp diyecekler buna. Takip edin, önce yasayı çıkaracaklar, Değnekçilik Yasası çıkacak, yasal olarak garantiye alacaklar. Değnekçiliği bitirecekler. Değnekçilik bitince İSPARK’ın geliri en az % 20 artacak. Ondan sonra özelleştirecekler. Bu işler böyle yürütülüyor, böyle kotarılıyor, böyle hallediliyor. Yoksa niye isyan edeyim? Değnekçi alacağına belediye alsın. Belediye alır. Ama belediye kendisine almıyor, bir geçiş dönemi için alıyor. Düzeltiyor, rayına koyuyor, kanunu hükmünü çıkarıyor, sonra birisine postalıyor. Biz bir firma çıkardık ortaya, diyor. Üretim mi yaptınız? Hayır. Bir şey mi yaptınız? Hayır. Milletin elindekini sen aldın. Bir değer üretmiş gibi söylüyor. Milletin yolunu aldın, satıyorsun. Çevre yolları paralı oluyor şimdi, sonra çevre yolları bağlantı yolları… Çünkü bütçe açığı var, kapatamayacaklar.

Ne oldu şimdi, İDO özelleştirilince? Millet kuyrukta beklerken, sen gelirsin jipinle, 20 lira fazla verip herkesin önüne geçebilirsin. Daha önce İDO halkındı. Zarar mı ediyordu? O zaman Beylikdüzü ısrarla bize hat aç dedi. Beylikdüzü’nde 1 milyon insan yaşıyor. Açmıyor. Özelleştirildikten sonra, onlar açacaklar, göreceksiniz. Korkarım ki, İDO’da yaşanan serüven İSPARK’ta da yaşanabilir. Bekleyip, göreceğiz.

İhlas Finans hikayesi var bir de…

Öbür dünyada bu hükümete soracakları en büyük sorulardan bir tanesi İhlas Finans vakasıdır. İhlas Finans sözde faizsiz banka esasta aynen benkacılık yapan bir kuruluştu. Hayır, bu banka değil, dediler. Nasıl ya, finans kurumları hep banka değil mi? Onu banka statüsünde görmeden normal şirket statüsünde değerlendirip, geçirip concordato (iflas tasfiye) ilan ettirdiler. Aslında 200 binin üzerinde mudidedn 1 milyar dolara kadar para toplayıp bunu hortumlayan bildiğimiz bankacılık işlemleri yürüten bir kuruluştu. Dünya alem bilirki İhlas Holding ile bağlantılıdır ancak milletin bildiğini idarecilerimiz göremediler ve holdinge bağloı diğer şirketlerden bağımsız iflas ettirdiler, borçlarını ucu açık süreye yaydılar. Yıllarca da doğru dürüst ödeme yapmadılar. Bu çok büyük bir vebal. Onun için Türkiye gazetesi yarı resmi değil resmi gazete. Ama üzüldüğüm, acı olan şey başka. Bir gün Kayseri’den birisi aradı. Yahu, bizim bir akraba 12.000 dolar yatırmış İhlas Finans’a, bu adam işçi emeklisi, dedi. Ben de kızdım, işçi emeklisinin İhlas Finans’da ne işi var, dedim.Emekli ikramiyesini yatırmış, bu adamın durumu iyi değil, ne etti etti, bir şey yapamadı, buna bir çare bul, dedi. Benim gruba yakın gazeteci bir arkadaş tanıdığım var,  şu garibanın parasına bir çare üret, dedim. 3 gün sonra, çağır gelsin, dedi bana. Resmi alacak için, oğluna vekalet verdi. Gitti görüşmeye, sonra geldi. Dedi ki, bir grup iş adamı, bunların adamları, dediler bu senin borcunu biz 8.000 dolara satın alalım. Concordato, para geldikçe, şirket para kazandıkça ödeyecek 30 yılda demek. Biz sana bunu 2 yılda ödeyeceğiz. Dedim, ver, bunlardan kurtul. Böldüler, ilk bir ay 400 dolar verdiler, ikinci ay 200 liraya düşürdüler… Geçen ay dedi ki, 50 dolar veriyorlar ayda. Yani o alacakları da kendi iş adamlarını gruplaştırıp oradan bir daha para kazanıyorlar.

Bu garibanlara kapkacak vererek hallettiler önce. Ne oluyor şimdi? TOKİ’nin Beyaz Evler’ini o yapıyor. Git, lüks plazaları duruyor hâlâ. Peki bir insan bu hükümete sormaz mı? Bu İhlas Finans’ı İhlas Holding’den ayrı tuttular, banka değil bu, şirket, dediler. Bankaya el koymadan iflas kararı aldırdı hükümet ve onu kurtardı. Hükümet TMSF bünyesinde bir mağduriyete yol açmadan tasfiye sürecini yürütemez miydi? Kimin parasını çarptılar? Garip gurabanın. Bütün yerleri duruyor. Bu nasıl bir iflas, buna seyirci kalmak bir idareci için ne büyük vebal.

Şuna karşı buna karşı olmak meselesi değil. Söylem geliştireceksin. O cetvele vuracaksın, senin buran yanlış diyeceksin. Yoksa Enver’le, Mehmet’le, Fethullah’la, Ahmet’le, Hüseyin’le tek tek uğraşarak enerji harcamanın bir anlamı yok. Müslümanın yöntemi bu olamaz. Müslüman, temel prensipleri haykırarak, vicdanı olanlara seslenecek. Bir de bu gözle bakın, bundan bu anlaşılmalıdır, diyecek. Biz vicdanlara seslenemedik. Her insanın içerisinde bir vicdan düğmesi vardır. Biz bu söylemi geliştirmek, bu düğmeyi çalıştırmak mecburiyetindeyiz.



Bütün bunları size söyleten nedir, derdiniz ne?

İçimizde bir sızı var da o. Başka hiçbir şey değil. Bu konu, konuşulmalı, her yerde dillendirilmeli. Konuşmakla kalmamalı, pratiğe de geçirilmeli.

Benim oturduğum mahalle, üst düzey gelir grubundan müslümanların çokça yaşadığı bir yer. Bir pazar günü çok kar yağmıştı. İşe gidemedim. Hanım dedi, hamur işi bir şeyler yapayım, markete git un ekmek falan al. Ufak kız var, onu da aldım yanıma. Abi markete bir girdim, bir alışveriş var, korkunç. Bir günlük kar adamların iflahını kesmiş. Koliyle süt alıyorlar. Dedim, ne alacağız? Süt, çikolata, un. Bunları alıp gidiyoruz. Bugün özellikle alışveriş yapmıyoruz. Biliyorlar akşam karın eriyeceğini ama artık kodlara böyle yerleşmiş.

Kafeteryalara bir gelin. Maçlarda, bazı muhafazakar müslümanlar, giymiş takımının formasını, nasıl kendinden geçmiş, bir görün. Kendi takımı bir gol attı mı, kazanmanın zevkini, o kapitalist duygu ruhuna yerleştiği için, nasıl da sonuna kadar yaşar. Bu adamların fakirlik diye bir derdi yok. Kendilerini sorgulama diye bir dertleri hiç yok.

Bir gün bir siyasi partiden arkadaşlar toplanmışlar Filistin davası, yardım kampanyaları falan konuşuyorlar. Yahu dedim, ne Filistin’i, şu karşıdaki gecekondu mahallesini görüyor musunuz, açlıktan, yoksulluktan sürünüyorlar. Şuraya bir gidin, tanışın, yardımı burdan başlatın. Ne yardımlaşması, oralar görülmesin diye duvarları yükseltmişler, güvenlikler koymuşlar. Kanımca bu tipler yardım bahanesiyle kendilerini avutuyorlar. Çünkü yan mahalleye yardım reeldir, büyük söylemler içermez, gerçektir ama o tipler maalesef gerçekle değil sanalla uğraşarak kendilerini tatmin ederler. Bu benim Filistin meselesini görmediğim anlamına gelmez. O başka bir şey. Bu meseleler kapının önünden, komşundan, işinden başlar. Bunları beceremeyenlerin Filistin davası ne kadar gerçekçi olabilir ki?

Müslüman geçinen bu adamların çoğu zamparanın dik alasıdır. Hanımlarına bir kredi kartı verir, bir de araba alır, kermesle falan oyalarlar. Sonra da gider, başka yerlerde zamparalık yaparlar. Bunların hanımlarını görürsün, başörtülü, hepsinin altında araba. Mahalle sokaklarında dolaşırlar. O tiplerin önüne yanlışlıkla çıkmayagör. Nasıl celallenirler. O başörtüsünü taktığı için kendisini ayrıcalıklı görüyor. O başörtüsü kendisine adalet, merhamet, vicdan duygusu vermiyor; onu bir asker rütbesi, bir generalin yıldızları gibi görüyor, onun kendisine bir ayrıcalık (üstünlük) verdiğine inanıyor ve o gücü insanların üzerinde üstünlük vesilesi olarak kullanıyor. Ne yaman bir çelişki.

Son bir olay anlatacağım, dramatik bir olay: Bu kış kar yağmıştı. İşe gitmedik. Bizim apartmanda sabahları bir resmi araba gelir. Şoför, yarım saat apartmanın önünde durur. Bizim daire de oraya baktığı için çay içerken oradan görüyorum. Yahu dedim hanım, kim bu resmi plakalı adam? Çok muhterem bir adam. Neymiş muhteremliği? Apartmana girerken bile, bize bakmamak için kafasını yana çevirerek yürüyor. Bir devlet kurumunda müdürmüş. Neyse, şoför her sabah gelir, 1 saat böyle bekler kapıda. Allah aşkına bu çocuk orada dikileceğine gitse sıcak bir yerde otursa, müdür bey de çıkarken telefonla onu çaldırsan da gelse olmaz mı? Dedim bu adamda bir sakatlık var, yoksa böyle insafsızlık olmaz. Neyse, o gün öğlen vakti baktım aynı araç kapıya geldi. Abartısız anlatıyorum. Araba evin tam kapısının önüne geldi, şoför atladı. Kapısını açtı. İndi bu zat-ı muhterem. Gazetesini bile almadı. Şoför uzandı gazetesini aldı, verdi ona. Buraya kadar kızmadım. Dedim ya, evle kapı girişi arasında iki metre var. Orada bir adımlık kar var. Şöyle bir atlayıp geçecek. Bak ne yaptı? Ben duymadım ama mutlaka bir şey söyledi o şoför arkadaşa. O da eğildi, karları elleriyle küredi. Ben birden yerimden fırladım kapıya yapıştım. Hanım önüme geçti. Dedim Allah aşkına, bu nasıl Müslümanlık? Bu adam yürürken yere baksa ne olcak, bu zulmü yaptıktan sonra? Adam çocuğa insan olarak bakmıyor ki. Arabanın bir parçası işte. İşte makamı kutsayan, onu bir tahakküm aracı olarak kullanan bu Müslüman tipi bizi mahvetti.

Biz müslüman olarak, hak-hukuk, emek-sermaye konularında ciddi hiçbir şey söylemedik, söyler gibi yaptık, içini doldurmadık. Bu algının üzerine kurulan toplumsal ilişkilerde sakat bir şekilde yürümektedir, bu ise toplumsal ilişkilerde bir iç kanamaya sebep olmaktadır. Bu kanamayı durdırmanın ve sıhhatli toplumsal ilişkiler geliştirmenin yolu Allahın muradını anlamaya Kuran ve sünnet ekseninde kavramaya çalışmak ve buna göre davranmakla olur. İşte şimdi sizler yavaş yavaş dillendiriyorsunuz. Bu konuşulacak, bu böyle yürümez. Netice almak değil benim işim zamanın sözünü söylemek, söyleyenlerle beraber olmaktır. Tabii ki neticesini Allah takdir edecektir.


Kaynak: bölüm1, bölüm2, bölüm3