Friday, July 20, 2012

Yusuf Kaplan - Bizanslaşma (Hazal Özvarış Röportajı)


Yusuf Kaplan'ın bu mülakatına Bizanslaşma ismini vermeyi uygun gördük, buyrun.


İLK BÖLÜM

'Muhafazakâr medya kendisine ihanet ediyor, iktidarla ilişkisi çok iğrenç!..'
    


Gazeteci Ali Akel, "Özür açıklanmaz, özür dilenir" başlıklı yazısında Uludere faciasındaki tavrı için hükümeti eleştirdikten sonra 16 yıl çalıştığı Yeni Şafak'tan uzaklaştırıldı. Akel vakasının dumanı tüterken "Medya Mahallesi"nin ablası Ayşenur Arslan CNN Türk'te "erken tatile" çıkarıldı. Medyadaki yaprak dökümünün mazisi malum.

Biri eski, biri yeni merkez medyanın temsilcilerinden CNN Türk ve Yeni Şafak'ın ortaklaştığı manzarada bir cümle göze takıldı:

"Diken üstünde yazıyorum."

Yazının kaleme alındığı gazete Yeni Şafak, kalemin sahibi de, muhafazakâr medyanın vicdan mahallindeki önemli isimlerden olan Yusuf Kaplan'dı.

Kaplan'ın sözlerini önemli kılan sadece yazarı olduğu gazete değil. Zira Kaplan, aynı zamanda Yeni Şafak'ın bir dönem "köşesinden edilmiş bazı gazetecilere kucak açan gazete" olma vasfını da kazanmasına sebep olan 28 Şubat döneminde gazetenin genel yayın yönetmenliği koltuğunda oturuyordu.

“28 Şubat bitti, ama bizi de ‘bitirdi'” başlıklı yazısında (27 Şubat 2012)  o dönemi bakın nasıl anlatıyor:

“Hem bu kaset saldırısına (ki, bu nedenle, Hocaefendi'den özel teşekkür mektubu almıştım), hem de genel anlamda 28 Şubat'ın bütün ilkel saldırılarına karşı olanca gücümüzle direnmiştik. (Meselâ ilk yaptığım işlerden biri, dört başörtülü arkadaşı editör yapmak olmuştu!) Bütün İslâmî medya, çok iyi sınav vermişti, başlangıçta.”

Kaplan, kalemini kendi mahallesine de doğrultmaktan kaçınmayan bir entelektüel. Misal, kâh “muhafazakâr medyanın henüz suçları ispat edilmemiş Ergenekon sanıklarını ‘canavar’ gibi yansıtmasının İslam'la taban tabana ters olduğunu” yazıyor, kâh sağ iktidarların kültürel alandaki icraatını hedef alarak “60 yıldır ‘siyasi’ iktidardınız, ne yaptınız bu ülkede” diyerek “muhafazakâr sanat” çıkışını sorguluyor.

İslamcı entelektüeller arasında özel bir yeri bulunan Yusuf Kaplan, 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümü'nü bitirdikten sonra Londra'da televizyon-sinema alanında yüksek lisans ve doktora yapmış. Geçmişinde, Bilgi Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü'nde 9 yıl süren öğretim üyeliği de var, “TV5 Genel Yayın Yönetmenliği” de.  Kaplan'ın, Türkiye Yazarlar Birliği bünyesinde faaliyete geçen “Sinema Okulu”nun da kurucusu olduğunu not edelim.

Sinema Okulu'nda verdiği ders sonrasında bizi, kendisini pür dikkat dinleyen gençler ve sigara paketi içindeki kurşun kalemleri ile karşılayan Kaplan, Ergenekon sanıklarına dair yazısının ardından "aforoz edildiğini" söylüyor ve ekliyor:

"Muhafazakâr medya kendisine ihanet ediyor, kendi ilkelerini çiğniyor."

Sözü fazla uzatmadan, T24'ün sorularını yanıtlarken açık yüreklilikle konuşan ve kitabın ortasından konuştuğu sohbetin deşifre edilmiş metnini, hiçbir bölümünü çıkarmadan onaylayan Yusuf Kaplan'a bırakalım.

İşte Kaplan ile yaptığımız söyleşinin ilk bölümü:



‘Akel’in ayrılmasından patronaj sorumluysa bu işgüzarlıktır’


- “Aynaya bakacak cesaretimiz var mı?” diyerek bitiriyorsunuz bir yazınızı. Bugün aynanın karşısına önce Yeni Şafak’ı oturtalım ve soralım; Ali Akel sonrası Yeni Şafak sizin için ne demek?

Ali Akel, başından beri çalıştığımız bir arkadaştı, çok da yeteneklidir. Türkiye’deki siyasi dengeleri, PKK/KCK’yı yakından takip eden bir arkadaştı. Araştırmacı gazeteciliğin hakkını verirdi. Türkiye’de pek az insanın benzer kaynaklara ulaşabildiği düşünüldüğünde Akel’in ayrılışı, Yeni Şafak için bir kayıptır.

- 28 Şubat döneminde Akif Emre ile siz, dönüşümlü genel yayın yönetmenliği yaparken Yeni Şafak, işinden olan birçok farklı yazara kucak açan bir gazete olarak da tanınmıştı. Söyler misiniz bugün ne değişti ve patronaj Akel’e “hoşça kal” diyebildi?

Ben bunun patronaj kaynaklı olduğunu zannetmiyorum.

- Kimin sebep olduğunu düşünüyorsunuz?

Açıkçası kimin yaptığını bilmiyorum, ama patronajın böyle bir şey yapacağını zannetmiyorum. Çünkü şimdiye kadar Ali Akel’in kıymetini bilen bir patronajdı. Kendisi de “Ben hakkımı helal ediyorum, siz de hakkınızı helal ediniz” diyerek veda etti.

- Evet, ama patronlardan “artık beraber çalışmayacağız” tebligatı aldığını da Taraf’ta yazdı. Ayrıca, hükümet yetkilileri de konuyla ilişkili olamadıklarını belirtti. Yanılıyor olabilir misiniz?

Ama patronajın böyle bir şey yapması... İşgüzarlık olur. Patronajın böyle bir şey yapıp yapmadığını bilmiyorum, ama patronaj böyle bir şey yaptıysa bu işgüzarlıktır, komiktir.

- Neyin işgüzarlığı?

Şurası açık; bir arkadaşın fikirlerinden, yazdıklarından ötürü işine son verilmesi, hem de bunun hükümetin bazı politikalarını eleştiriyor diye yapılmasına karşı çıkıyorum. Böyle bir şey olamaz!

- Bu iklime sebep olan biraz da medya patronlarının kamu ihalelerine girmesi mi?

Ben o tür işlerle ilgilenmiyorum.

- Medyanın iktidarlarla ilişkisi ilgi alanınız dışında mı?

Türkiye’deki medyanın bu konuda verdiği sınav çok berbat. Başka bir açıdan gazete ismi vermeden konuşalım; bir holding gazete çıkarıyor ve gazetelerde baştan sona şirketlerinin haberleri yapılıyor. İnsanların inanılmaz geçim dertleri var, ama ekonomi sayfalarını açtığınızda gördükleriniz hep şirket haberleri... Türk medyası insanların gündelik hayattaki ekonomik sıkıntılarını hiç görmedi. İnsan özne değil. Medyanın öznesi yok.

Türkiye’deki en solcu medya bile, mesela Birgün gazetesi, bu tür haberleri ideolojik değeri varsa yayımlıyor. Burada ne söylersek boş, herkes medyayı güç aracı olarak kullanıyor. 200-300 yıl geriye doğru gidersek, gazetenin icadından bugüne medyalar bizi iletişim çağına değil, medya çağının eşiğine getirdi. Medya çağında iletişimsizlik en büyük sorundur.



‘Ergenekon yazımdan sonra inanılmaz aforoz yedim’


- Söyleşimize “ayna tutmak” diyerek başladık; o yüzden direksiyonu Yeni Şafak’a kıralım istiyoruz. CHP Denizli Milletvekili İlhan Cihaner’in Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı iken yürüttüğü soruşturma kapsamında mahkeme kararıyla dinlenen telefonlara Yeni Şafak’ın sahibi Ahmet Albayrak da takılmıştı. Albayrak’ın bazı işleri için AKP’li bazı isimlerle temas kurduğu da kayıtlara yansıyanlar arasında. Akel’in ayrılması ile patronajın ekonomik çıkarları arasında nasıl bir akrabalık var?

Bu konulara girmeyelim, bunlar çok basit konular.

- O zaman şunu soralım; Ergenekon kapsamında Cihaner’e ilişkin yürütülen dava sonuçlanmadan Yeni Şafak “Sanık savcıya ballı tayin”, “CHP’li savcının derin odası” başlıklı manşetlere imza attı. Bu gazeteciliği siz nasıl tanımlarsınız? İlkeli mi?

Bu gazetecilik falan değil, bu ilkesizlik. Böyle şey olmaz… Ben bunları onaylamıyorum.

- Yusuf Bey, darbe geleneğiyle hesaplaşmak önemli. Ancak diğer yandan siz Ergenekon sanıklarına yönelik medya diline dair hakkaniyetli bir tavır alarak medyanın tavrını eleştiren bir yazı kaleme almış ve şunu söylemiştiniz: “Suçu ispatlanmamış bir insan, suçu ispatlanana kadar masumdur ve haklarını sonuna kadar gözetmek boynumuzun borcudur. Oysa yapılan habercilik, İslâm'ın yüce adalet fikrine ve ahlâk anlayışına taban tabana terstir.” Yeni Şafak’ın yönetimine veya patronajıyla yapılan haberlere ilişkin konuştunuz mu?

Suçluymuş gibi değil, “canavar” gibi gösteriliyorlar! Televizyonlarda bir de buna acayip dramatik bir müzik ekliyorlar. Çok korkunç! Bahsettiğiniz yazıyı yazdıktan sonra inanılmaz bir aforoz yedim.



'Dün derin devlet vardı, bugün gizli iktidar var'


- Aforoz nereden geldi?

Nerden, belli!

- O yazıda “Başta Fethullah Gülen cemaati bünyesindeki Samanyolu TV olmak üzere iktidar yanlısı bütün televizyon ve gazetelerin Ergenekon soruşturması için kurdukları dilin, laikçi primitiflerin ürpertici, pravdavari dilinden farksız olduğunu” söylemiştiniz.

İşte kimle ilgili yazdıysam, o çevrelerden geldi. Hâlâ da geliyor... Çok açık konuşmak istemiyorum. Zaten diken üstünde yazdığımı söyledim. “Eleştiriler usturuplu, hakaret edilmeden söylendiği zaman biz anlarız” diyorlar. Ama tüm bunlar boş laf! Ben usturuplu bir şekilde uyardım, bir cümle yazdım ve başıma gelmedik şey kalmadı.

- Bugün “diken üstünde yazıyorum” dediğiniz konular hangileri?

Türkiye’de “gizli iktidar” var, Türkçesi bu. Dün derin devletten bahsediyorduk ama bugün de siyasi iktidarın bir “gizli iktidar”ı var. Bu kişiler kurumlarda, şurada burada inandıkları ilkeleri hiçe sayacak işler yapıyorlar. Ben bunu bir Müslüman olarak protesto ediyorum.



‘Muhafazakâr medya kendisine ihanet ediyor’


- Eski merkez medyanın sicili malum. Peki, 28 Şubat sürecinde iyi sınav veren muhafazakâr medya için bugün ne değişti ve en dışlananları bile gözetmesi gerektiğini söylediğiniz medyanın bu muhafazakâr kolu kimleri dışlıyor?

Bence muhafazakâr medya dediğiniz medya kendisine ihanet ediyor, kendi ilkelerini çiğniyor. İkincisi, iktidarın çok fazla yanında, yöresinde dolaşıyor; bu çok yanlış bir şey. “Bundan önce de başkaları bunu yapıyordu” denilebilir, ama ben bunu yapamam. Başkaları yapmışsa yapmış, bunun faturasını ödemiş veya ödememiş. Bu beni ilgilendirmiyor ama ben böyle bir ilkelliği, böyle bir vicdansızlığı yapamam.

Çok tehlikeli bir sürece gidildiğini düşünüyorum. Medyanın, özellikle muhafazakâr dediğiniz medyanın iktidarla ilişkisi bence çok iğrenç. Böyle bir şey olmaz, bunu kabul etmiyorum… “Niye yazıyorsunuz o zaman?” diyebilirsiniz, ama ben zaten gündelik işlerle ilgili şeyler yazmıyorum, teorik-fikir yazıları yazıyorum. Ama bu gündeliğin pornografisi açıkçası beni ürkütüyor. Ayrıntının pornografisi asimile edici, gerçek, temel sorunlara karşı duyarsızlaştırıcı bir şey ve ben orada kaybolmak istemiyorum.

‘Avrupa Kültür Başkenti projesinde bizi kullandılar’

- Elbette “neden istifa etmiyorsunuz” gibi bir sıkıştırma gayreti içinde değiliz. Ancak Bilim Sanat Felsefe Akademisi'nden (BSF) ayrılırken zikrettiğiniz şu cümle çok net: "Ben ticari yaklaşımı önceleyen bir kurumda saniyemi bile vermem." Yeni Şafak için farklı bir durum mu geçerli?
Bunu söylemem çok yakışık almayabilir, ama şöyle bir şey var, önümüz her yerde kesiliyor. Yapılabilecek bir sürü iş vardı, ama AKP iktidarı döneminde bunların önü kesildi. Her noktada bu böyle oluyor.
- Pardon, yanlış mı hatırlıyoruz, “2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul” projesinde başa siz gelmiştiniz.
O başka bir şey. Orada adam bulamadıkları için işi götürecek birini aradılar. Kendilerini aklamak için bizi kullandılar. Bunu sonradan fark ettim, ama iş işten geçmişti. Pespaye bir yerdi.
- Neyi akladılar?
Bence, beceriksizliklerini ve kurdukları sorunlu ilişkileri aklamak için kullandılar. Biraz şifreli bir dil oldu, ama bu şifreleri çözerseniz bu tür işlerin nasıl çığırından çıktığını tahmin etmeniz hiç zor olmaz.
- Peki, AKP sizi neden engelledi?
Ben AKP'nin engellediğini söylemedim. Bu dönemde birileri önümüzü kesti. Üstü kapalı konuşuyorum, farkındayım ama bu kadarı yeterli.

‘Yeni Şafak’ta yazmak tedirgin ediyor, ceket hazır bekliyoruz’

- Siz neler yapmak istemiştiniz?
Müslüman olarak bunu benim söylemem şık olmaz. Ama şunu söyleyebilirim, ben bir medeniyet fikrinden bahsediyorum. Köklü bir medeniyet krizi yaşıyoruz. Epistemolojik kopuş, ontolojik yırtılma yaşıyoruz. İş intihara, semantik intihara kadar geldi, dayandı. Bu krizin nasıl aşılabileceğine ilişkin uzun soluklu cümleler kurmaya çalışıyorum. Bu da pek çok çevreyi, konformizm biçimleriyle ayartılan çevreleri rahatsız ediyor. Bunun sivilizasyonla ilgisi yok, yeni bir medeniyet tasavvurundan bahsediyorum. Burada Amerikalıların rolü var.  Erhan Göksel rahmetli olmadan Amerikalıların Yusuf Kaplan'ın önünü tıkadığına dair bir sürü şeye ulaştığından bahsetmişti.
- Bu söyleşiden sonra, Yeni Şafak'taki köşeniz de tehlikede mi?
Ben buna her zaman hazırım.
- Ne zamandır?
Böyle bir yerde yazıyor olmak insanı tedirgin ediyor. Sonuçta gazete bizim kurduğumuz bir gazete ve ekip ama bu dünyanın hali belli olmuyor… Ceket hazır bekliyoruz. Ama ben bütün işlere iki prensiple girdim: Hiç çıkmayacakmış ve bugün ayrılacakmış gibi. Bu, yaratıcılığı da kuvvetlendiriyor.


İKİNCİ BÖLÜM

Muhafazakâr medyanın vicdan mahallindeki önemli isimlerden Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan ile yaptığımız söyleşinin dün yayımlanan ilk bölümü “Ceket hazır bekliyoruz” sözleriyle bitiyordu.

Medya-iktidar ilişkilerini sorgulayan Kaplan'ın, “Çok tehlikeli bir sürece gidildiğini düşünüyorum. Medyanın, özellikle muhafazakâr dediğiniz medyanın iktidarla ilişkisi bence çok iğrenç. Muhafazakâr medya kendisine ihanet ediyor” sözlerini de içeren söyleşinin birinci bölümünü bu linkten okuyabilirsiniz.

Söyleşinin bugünkü bölümünde de objektifi kültür ve sanatın dindar-muhafazakâr sermayedeki yerine, Fethullah Gülen cemaatinin ufkuna ve AKP’nin “gençlik” vizyonuna çevirdik.

“Gülen cemaatinde de, AKP iktidarında da bir zafer sarhoşluğu var” diyen Kaplan’a göre cemaat, Bedüizzaman Said Nursi’den beslenmesine rağmen  “altın nesil” projesiyle entelektüel bir birikim oluşturamadı. Gülen’i “düşünür” olarak kabul eden İslamcı aydınlara “Sapla samanı birbirine karıştırmamak lazım” diye itiraz eden Kaplan, AKP’nin hem “dindar nesil” söylemini, hem de  “Kuran-ı Kerim” ve “Hz. Peygamberimizin hayatı” gibi seçmeli ders düzenlemesini “araçsallaştırma” olarak değerlendiriyor.

Türkiye’nin kültürel alandaki asıl sorununu “entelijansiyanın kültürel kaynaklar ile irtibatının kopmasında” gören Yusuf Kaplan’ın şu sözleri ayrıca dikkate değer:

“1908'den itibaren kayıpları oynuyoruz. (…) Batıda inanılmaz şeyler yaptılar ve tüm bunlar 50-60 seneye sığdı. Peki, biz ne yaptık? İstanbul'a köprü diktik! Rezillik. Hiçbir şey yok. Erol Akyavaş, Sinan bize bir şey söylemiyor. Arabesk ile eurobesk arasında debelenip duruyoruz.”

Söyleşinin ikinci bölümü için sözü, tek parti iktidarının Milli Eğitim bakanlarından Hasan Âli Yücel'in hakkını da teslim eden İslamcı entelektüel Yusuf Kaplan’a bırakalım. Kaplan'ın T24'ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

‘Türkçe Olimpiyatları’nda kompleks var’

- Gülen cemaati ve ufkuna dair hakkaniyetli yazılarınız var, ancak diğer yandan cemaatin “nihai hedefi” tartışma konusu ediliyor. Şerif Mardin, Neşe Düzel’e verdiği söyleşide “Ne hedeflediğini bilmiyorum, ben hâlâ çözemedim” dedi, Kürşat Bumin Yeni Şafak'ta “hizmet”i sivil toplum kuruluşu olarak görmediği yazdı. Sizce, Gülen cemaatinin ufkunda ne var?

Şerif Mardin’in orada söyledikleri sadece cemaat ile ilgili değildi. O röportajda Şerif Mardin’e yakışmayacak bir oryantalizm vardı. Gülen cemaatine de, toplumun geri kalanına da çok aşırı oryantalist bakıyordu. Acayip bir fobi vardı.

- Mardin’e haksızlık yapmıyor musunuz?

Hayır, çünkü kendisi çok ciddi bir haksızlık yapıyor. Yaşadığımız tarihsel tecrübe, bütün farklılıkları bir arada yaşatabilmiş bir tecrübedir. Avrupalıların farklı kültürleri, medeniyetleri bir arada yaşatabilecek bir tecrübe ortaya koymaları mümkün olamadı. Biz bunu yapabilmemize rağmen Kürt sorununu hâlâ nasıl yaşıyoruz anlayamıyorum. Bize yakışmıyor.

- Peki, sizin merceğinizden bakıldığında Gülen cemaatinin ufkunda ne var, anlatır mısınız?

Birkaç düzlemden bakmaktan yanayım. Olumlu düzlem şu: Bence, Gülen cemaati Türkiye’nin tek başına yapamayacağı bir şeyi okullarıyla inanılmaz bir şekilde yapıyor. Bu bir sömürgecilik biçimi midir? Hayır, çünkü gidip oradaki insanların kültürlerine müdahale etme, dönüştürme falan söz konusu değil. Ama Türkçe Olimpiyatları bu açıdan biraz problemli. Bizim ulusal gururumuzu filan mı okşuyor? Anlamıyorum.

- Türkçe Olimpiyatları’nı “kompleks” olarak mı okuyorsunuz?

Kompleks tabii ki, kesinlikle. Bir aşağılık kompleksi var ama bu normal, çünkü yaşadığımız anormal durumun bizi götürdüğü bir normallikten bahsediyoruz. Madem 130-140 ülkenin insanını bir araya getiriyorsun, bırak adam kendi dilinde söylesin! Bence asıl müthiş proje budur. Böyle bir şeyi İHH yaptı, Yetim Sempozyumu’nda herkes kendi dilinde söyledi söyleyeceğini, ama bu Türkiye’de haber olmadı. Mesela Zaman bile bunu hiç görmedi.

- Bir yazınıza şu notu düşüyorsunuz: “Gülen cemaatine dair mutlaka tartışılması gerekilen konular var.”  Cemaate yönelik öne sürdüğünüz bu “sömürgecilik” iddiasını mı, yoksa cemaatin sermayeyle ilişkilerini mi kast ediyorsunuz?

Kastettiğim sermaye değil, post-modernlikle başlayan yeni sömürgecilik dönemiydi. Bu biraz medyatik sömürgeciliğe evrildi. Yeni oryantalizm ve sömürgecilik medya üzerinden çok acayip bir şekilde işliyor. Mesela CNN International’ı veya BBC’yi izlediğinizde bunu çok net görüyorsunuz. BBC mesela Mısır’a gidiyor; camiye, üniversiteye giriyor ve Kur’an okuyan çocukları gösteriyor. Arkasından hemen El Kaide’yi gösteriyor. Ben semiyolojiyi biliyorsam bu şuna çıkıyor: “İslam eşittir terörizm.” Bu çok ahlaksızca bir şey! Çok vicdansızca.

- Söylediğinizi tersten okuduğumuzda örnekler, Yeni Şafak'taki yazınızda yer alan şu cümlenizde mi yatıyor: “Zaman ve STV’nin Ergenekon davasına ilişkin haberleri Siyonist, zorba şebekelerin yayınlarından farksız.”

Kesinlikle, aynı mantık işliyor. Üstelik çok primitif (ilkel) bir şekilde işliyor.

‘Cemaatten ekonomik şeffaflık istenmek vahşilik’

- Gülen cemaatinin kurumsal yüzü olan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın isminin altını çizerek soralım; mesela gazeteci Ahmet Şık’ın “İmamın Ordusu” kitabının toplatılma sürecinde gösterdiği suskunluk sizce olağan mıydı?

Değildi, en azından şık değildi. Siyasi teoloji üzerinden hareket ediyorlar.

- Açar mısınız?

Siyasi teoloji, derken pornografiye teslim olmayı söylüyorum. Amaç, araçsallaştırılıyor. Bu tüm Türkiye'nin de sorunu. Laiklik, teoloji malzemesine dönüştürüldü, şimdi biraz kırıldı gibi gözüküyor ama yeniden patlamak üzere.

- Sizce bugün de din mi pornografikleştiriliyor?

Böyle bir şey var, doğru. Bunu da yazmıştım.

- Şahin Alpay, “Fethullah Gülen’in en önemli telkininin ‘para kazanın’ olduğunu” söylerken AKP MYK üyesi Ayşe Böhürler, cemaatin şeffaf olmamasını eleştirmişti. Şeffaflık sizin eleştirileriniz arasında da yer alıyor mu?

Cemaatlerde “şeffaflaşma” gibi kavramlar ne kadar karşılık bulur bilmiyorum. Sonuçta, cemaat böyle yeknesak, homojen bir şey değil; ekonomik, kültürel, sosyolojik olarak bir yığın farklı toplum kesimlerinden gelen insan var. Onu şeffaflaştırmak da o kadar kolay değil. Ayrıca bu, cemaati tek bir kalıba sokmak gibi bir şey. Bu çok vahşice.

-Şeffaflık istemek mi?

Evet. Ekonomik olarak şeffaflık istenmesi olmayacak bir şey. Siyasi parti veya herhangi bir kurumun mecburen şeffaflaşmasını istersiniz ama aynı durum cemaatler için geçerli değil.

‘Gülen cemaatinde de, AKP'de de zafer sarhoşluğu var’

-Ancak MİT krizi ve ardından CMK 250 çerçevesinde Gülen cemaatinin tutumuna yönelik eleştirilerin ana hattında “Hizmetten öte siyasete giriyorsunuz” fikriyatı yer aldı. Cemaatin “hizmet” dışına çıkması şeffaflık eleştirilerinin artmasında sizce ne kadar etkili?

Bir euphoria yaşanıyor... Gülen cemaatinde de, AKP iktidarında da bir zafer sarhoşluğu var. Bunu hem kendileri, hem de Türkiye’nin geleceği açısından hiç de sağlıklı bulmuyorum; çünkü bu durum çok büyük yanlışlıklar yaptırıyor. Daha da kötüsü kendi hatalarınızı görmenizi engelliyor, gözünüzü körleştiriyor. Bunun faturası orta ve uzun vadede topluma çok pahalıya patlayabilir. Onun için bence hem cemaatin, hem de AKP’nin çok ciddi bir şekilde oturup “Biz ne yapıyoruz, yaptığımız şey ne kadar karşılık buluyor?” diye özeleştiri yapması lazım. Aslında İslami gelenekten geldikleri için kendi özeleştirilerini yapabilecek durumdalar. “Bizim parayla bu kadar ilişkimiz normal mi”, “Bizim her türlü iktidar biçimiyle ilişkimiz normal mi” diye sormalılar mesela.

- “Biz” derken sanki özneleri genişlettiniz?

Cemaati, AKP’yi ve bütün Müslümanları kastediyorum. İktidar, bozan bir şeydir, dekadanttır. İlle de Foucault’nun kavramları üzerinden konuşmaya gerek yok, bu tarih boyunca böyledir.

‘İcat edilen yerli elitokrasi ne kadar yerli şüpheliyim’

- MİT krizinde “mademki külfetler paylaşıldı, nimetler de paylaşılsın” kavgası yaşanıyor, demiştiniz. Bugünkü “Ergenekoncular çıkacak”  diyen Gülen cemaati ile “MİT krizinde gördük, devlet içinde devlet var” diyen AKP,  “nimet kavgası”nın ikinci raundunda mı?

Olabilir, ama çok emin değilim. Ne olup bittiğini aktüel takip etmediğim için bilmiyorum. Ama bu soruda başka bir şey söyleyeyim: Türkiye’de Bizanslaştırma kastıyla da ilintili çok fazla konuşulmayan bir şey var. Türkiye’de yakın zamana kadar bir elitokrasi vardı ve bu elitokrasi bu ülkenin yerli çocuklarının oluşturduğu bir elitokrasi değildi. Burada kimseyi aşağılayan, azınlıkları hedef tahtası haline getiren bir şey söylemiyorum; medeniyet fikrinden söz eden biri olarak böyle bir şey söylemem mümkün mü? Ama bu ülkede çok küçük bir azınlık Türkiye’nin ekonomisine TÜSİAD ile birlikte çekidüzen verdi. Ülkenin kaynaklarını küresel aktörlerin, sistemin çıkarları doğrultusunda kullandı. Hâlâ da Türkiye’de gerçek iktidar, “görünmeyen el” 350 kişilik bu “şebeke.”

Türkiye’de NATO ve MI5’ın (İngiliz Gizli Servisi) oluşturduğu 1940’lardan itibaren oluşan bir düzen vardı. Derin devletin omurgasını bunlar oluşturuyordu. Şimdi bu yapı çöküyor ki, bu iyi bir gelişme, çünkü dışarıdan güdümlülerdi. Şimdi bu elitokrasi değişiyor ve yerine yerli bir elitokrasi icat ediliyor. Bu yerli elitokrasinin kim olduğunu bilmiyorum, ama ne kadar yerli olduğundan şüpheliyim. Yani gerçekten bu ülkenin yerli insanları mı? Biz bu ülkede birtakım demokratikleşme süreçlerini en tabandan harekete geçiremeyeceksek bizim işimiz zor demektir...

‘Fethullah Gülen, düşünür değil elbette’

-Yusuf Bey, hayallerinizin başında medya ve akademi kurmak yer alıyor. Öncü nesilleri önemseyen biri olarak şu soruya vereceğiniz yanıtı önemsiyoruz: Gülen cemaati “altın nesil” projesiyle entelektüel bir birikim oluşturabildi mi?

Böyle bir şey yok, olmadı. Cemaatin beslendiği kaynak Bedüizzaman, Cumhuriyet tarihinin Osmanlı'ya sarkan sürecinde gelmiş en büyük düşünürdür. Bedüizzaman’dan beslenen cemaatten çok büyük düşünürlerin çıkması gerekiyordu. Maalesef bu konuda çok büyük bir boşluk var.

- Bu sözlerinizden Fethullah Gülen’i düşünür olarak görmediğiniz sonucu mu çıkıyor?

Fethullah Gülen düşünür değil elbette. Ama “Kalbin Zümrüt Tepeleri” başlıklı dört ciltlik kitabı son yüzyılın klasikleri arasına girdi şimdiden.

- “Elbette” dediniz, ama başta İslami çevreden olmak üzere bazı aydınlar için Gülen çok önemli bir düşünür. Siz hangi noktada bu görüşten ayrılıyorsunuz? Fark nerede?

Sapla samanı karıştırmamak lazım.

‘İslami çevrelerin entelijansiyası zırcahil’

- Peki, dindar sermayenin gözünde sanatın, edebiyatın, sinemanın yeri var mı?

Olmaz olur mu? Henüz çok yetersiz, ama bu bir süreç işi.

- Bir değişim ihtimali görüyor musunuz?

Tabii ki. Bunu cemaatle de sınırlamak istemiyorum. İslami çevrelerin sanat yapma, düşünce üretme konusundaki kaynakları Türkiye'deki hiçbir kesimin sahip olmadığı kadar derin; Mevlana, İbn-i Arabi, Gazali, İbn-i Sina, Yunus, Sinan, Itrî vs. Sinan sadece dâhi bir mimar değil, büyük bir düşünürdür aynı zamanda, eserlerinden düşüncesinin gramatolojisini çıkarabilirsiniz. Ama Türkiye yörüngesini yitirdi ve kaynaklarıyla irtibatı koptu. Semantik bir intihar yaşadık. Kendi kaynaklarımızı anlayamayacak duruma düştük. İslami çevrelerin entelijansiyasından bahsediyorum. Zırcahil bir entelijansiya bu.

Sinemada, mimaride, felsefede, yani düşüncenin bütün alanlarında birinci sınıf sıçramalar yapmamızı sağlayabilecek kaynaklarımız var. Ama Semih Kaplanoğlu bir film yaptı ve gördük ki bu entelijansiya o filmi anlayabilecek bir dile sahip değil. Yine Erol Akyavaş diye bir ressam çıkardık… Dünya tanıyor. Biz Akyavaş’ın estetiğini, dilini çözebilecek durumda bile değiliz. Çünkü Kaplanoğlu’nun da, Akyavaş’ın da beslendiği kültürel, entelektüel ve estetik kaynaklarla ilişkimiz “sıfır.” O yüzden ikisinin ürünlerine de “bön bön” bakıyoruz!

‘Hasan Âli Yücel'in İslami çevrelerde yanlış anlaşılan tarafı var’

- “Bir Hasan Âli Yücel çıkartamadık” diyorsunuz. Ne demek Hasan Âli Yücel çıkartmak?

Hasan Âli Yücel’in İslami çevrelerde yanlış anlaşılan bir tarafı var. "Yücel sadece batılı klasikleri çevirdi" diyorlar. Ama Yücel, aynı zamanda doğu klasiklerini, Mevlana, Yunus Emre, İbn-i Haldun, Firdevsî dâhil tasavvuf ve felsefe literatürünü de aktardı. Biz bunu atlıyoruz. Hasan Âli Yücel'den sonra da Cumhuriyet döneminde kimse çıkmadı. Böyle rezillik olmaz. Kendi kaynaklarıyla barışık olmayan bir toplumun entelijansiyasının kendisiyle ve dünyayla barışık olması mümkün değil. Biz kendimizi kandırıyoruz.

(“Çok yüksek sesle konuşuyorsunuz” diyen beyaz sakallı, dinç bir adam beliriyor yanımızda. “Belki farkında değilsiniz, özür dilerim" dedikten sonra gidiyor.“Konferansta gibi hissettim” diyerek gülümseyen Kaplan devam ediyor).

Konuştuğumuz konular cemaat, iktidar vs. bence arızî, geçici konular. Asıl mesele şu: Türkiye nereye gidiyor? Kendisine gelebilecek durumda mı? Kendisiyle barışık mı? Türkiye’nin bir self’i (özü) olacak mı? Türkiye yeniden tarih yapabilecek bir yolculuğa çıkacak mı, yoksa tarihte tatil yapmaya devam mı edecek?

'İktidarın en büyük suçu; özeleştiri gerekliliğini kavrayamaması'

- İslami kesim bir özeleştiri vermeden, bu özü oluşturmak ne kadar mümkün?

Tabii ki mümkün değil. Nefis bir soru. İktidarın da en büyük suçlarından birisi özeleştiri gerekliliğini kavrayamaması. Bence bu bir suç. Faşizan bir şeyden bahsetmiyorum, ama iktidar kültürel sıçrama için bir zemin oluşturabilirdi. Dalga kuramasa bile dalga kırabilirdi. Bunu fark edemedi.

- Başbakan Erdoğan’ın kitaplara yaklaşımı konusunda bir ipucu, “İmamın Ordusu” kitabı için dile getirdiği "Bazı kitaplar bombadan daha tesirlidir" cümlesinden geldi. Bu ifade sizde nasıl yankı buldu?

Bombadan tehlikeliyse, o kitap kitap değildir. Başka bir şeydir.

- Nedir?

Burada ideolojik bir siyasi teolojiden bahsediyoruz.

- Kitabı okudunuz mu?

Kitabı niye okuyacağım ki? Uyduruk bir şey. Bir satırını bile okumam. Değmez.

- Kitabı okumadan bunu söylemek ne kadar doğru?

Film teorilerinde doktora yaptım. Oradan cevaplayayım, bir film 10 saniyelik bir kesit o filmin ne olduğunu, dilini anlamam için yeterli.

- Maksadımız beğeniden ziyade bir kitabın yasaklanmasını sorgulamak...

Kitaplar yasaklanamaz ve ben bunu kabul etmiyorum.

‘Din dersleri kaldırılmadığı sürece, din kurtulamaz’

- Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen'in “muhafazakâr sanat” çağrısını “60 yıldır ‘siyasi’ iktidardınız, ne yaptınız bu ülkede” sözleriyle yanıtladınız. 60 senenin somutlaştığı 10 senede AKP önceliğini nereye koydu?

AKP'nin yaptığı en önemli iş, Türkiye'nin kendini bulmasını sağlaması oldu. En önemli başarısı bu oldu ama AKP’nin zaafları da burada gizli.

- Açar mısınız?

Türkiye'nin kendini bulma yolculuğunda, sömürgeciliğin ardında bıraktığı sorunları göz ardı ettiğimiz için çok ciddi sorunlarla karşılaşmaya başladık. Suriye ile yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyordu, şimdi kanlı bıçaklıyız. Bu, gerçekleştirilen yolculuğun yanlış olduğu anlamına gelmiyor; o sömürgecilikten çıkamadıkları anlamına geliyor. Şimdi Rusların, Fransızların, İranlıların desteklediği bir direnç var. Bu direncin hem anlamlı, hem anlamsız tarafları var. Arap dünyasındaki bu hareketleri çok masumane hareketler olarak görmüyorum.

Bizanslaştırma dediğim biraz da bu. İslam’ı Amerikan seküler-kapitalist düzenine itiraz etmeyecek hormonlu bir kimliğe büründürmek istiyorlar. Bu komplo filan değil, yeşil kuşak projesini biliyoruz. Bu çok örtük bir şekilde yapıldı. Baktılar ki Fas’tan Malezya'ya kadar İslami söylemler en güçlü söylemlere dönüştü, bunun durdurulması gerekti. Yoksa bir sel gibi alıp götürecekti. Bu yüzden soğuk savaş dönemi bitirildi. Bu sayede küresel sistem ayakta durabiliyor. AKP bunu görmüyor, zaafı burada.

- AKP sizce ne yapmalıydı?

Bir sermaye birikti ve bu sermaye bir türlü kültür, sanat gibi düşünce öğretebilecek kurumları geliştirmeye aktarılamadı.

- Dindar gençlik, 4+4+4, dini içerikli seçmeli ders çıkışları sizce “öncü nesiller” için geçerli bir adım mı? Yoksa dini araçsallaştırma mı?

Evet, süper bir soru. Bir araçsallaştırma bu. Din medeniyeti bir tek İslam medeniyeti demek değildir ki. Oradan bir şey çıkmaz, bunlar komik şeyler. Din dersleri kaldırılmadığı sürece, din kurtulamaz. Söylemek istediğim şey şu: İster AK Parti, İster Pak Parti iktidar olsun, bu ülkenin entelijansiya sorunu var. Çünkü bu ülkedeki entelijansiyanın self'i (özü) yok. Ödünç kimlik ve kavramlarla bir dünya kuracağımızı zannediyoruz. Tarihte bunun örneği yok. Bence asıl sorun Türkiye'nin bir şekilde bütün kesimlerinin Marksist, ateist, gayrimüslim, kim olursa olsun beraber yaşayamamasıdır. Gayrimüslimlerin sürülmesi bu ülkenin 100 yılına mal oldu.

‘Arabesk ile eurobesk arasında debelenip duruyoruz’

Zaten, 1908'den itibaren kayıpları oynuyoruz. Bir Batı tarihine bakın, bir de bize bakın. Nietzsche'yi, Schopenhauer'ı düşünün; romantikler, ekspresyonistler, Dadacılık, sürrealizm, varoluşçuluk var. Batıda inanılmaz şeyler yaptılar ve tüm bunlar 50-60 seneye sığdı. Peki, biz ne yaptık? İstanbul'a köprü diktik! Rezillik. Hiçbir şey yok. Erol Akyavaş, Sinan bize bir şey söylemiyor. Arabesk ile eurobesk arasında debelenip duruyoruz.

Bugün mezarları okuyamıyorum. Böyle saçmalık olur mu? Örneğin, Nilgün Abisel Türk sinema tarihini yazmış ama 1928'den itibaren yazmış! Neden biliyor musunuz? Çünkü Osmanlıca bilmiyor? İnanılmaz. Birine sor, çevirt, o kaynaklar oldukları gibi duruyor. Bizim kaynaklarla ilişkimizde bir sorun var. Latin Amerika, Afrika sineması sıçrama yapıyor, İran sineması patlıyor, ama biz yapamıyoruz. Neden? Çünkü biz bunu hak etmiyoruz. Bir fikir, oluş ve varoluş çilesi gerektiren işler, bu tür “işler!”

18 Haziran 2012
Kaynak bölüm1, bölüm2

No comments:

Post a Comment